hâlâ aranır dururum bir köşe başında kendime rastlarım diye.
Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Ruhum suların üzerinde dalgalanıyordu.
29 Haziran 2017 Perşembe
109. bir ev nasıl ayaklanıp gider?
— anahtarı sana vermiştim. neredesin şimdi, habersiz nereye gittin, neden konuşmuyorsun... sokakta kaldım, üşüyorum. her yerde seni arıyorum. sabah olacak birazdan, nereye gidilir bilmiyorum. kapının eşiğine düştüm. seni bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. açık yara gibi kanıyorum, ortadayım, herkesin gözleri önünde acı çekiyorum. şansım varsa ölürüm de.
107-108. yılların verdiğini saniyeler geri alır
107. kelimeler eksi bilmem kaçta donar
birkaç cümle söylendi. soğuktu, parmak uçlarım bir bıçakla kesiliyormuş gibiydi. yüzüme vuran rüzgar ve griye çalan gökyüzü, hüzünlü bir havadan beklenen her şey vardı. sustu, hiçbir şey söylenmedi sonra. uzun bir sessizlik oldu. sanki bir şey söylense kulağıma gelirken donup katılaşacaktı, donup katılaşıp başımdan aşağı düşecekti. bir şey söylensin istedim, bu sağır edici sessizlikten kurtulup kafama bir mermi gibi kelimelerin gelmesini istedim. kimse bir şey söylemedi, kelimeler mermi gibi çarpmadı kafama, öldürmedi beni, yaralamadı. her gün bu nereye varacağını bilmediğim sessizliği, yüzüme bir tokat gibi yedim. bu benim büyüdüğümü ilk fark edişimdi.
108. salim abi terapi grubu
hızlıca kahveye geldi. karşımdaki boş sandalyeye oturdu. büyük bir ustalıkla cebinden çıkardığı sigarayı çakmakla yaktı. ''ne var ne yok?'' dedi.
''hiç, bildiğin gibi. sende nasıl?''
''bırak beni şimdi, sana bir hikaye anlatacağım.''
''anlat. ismi ne?''
''kuş ve kurbağanın hikayesi. bir pencereden kuş ve kurbağa atlamış. sence hangisi ölür?''
''en sevmediğim özelliğin bu be kardeşim, bir şeyi anlatırken her şeyi adım adım soruyorsun! ne bileyim... bence kurbağa ölür. ya da kuş ölür lan, kuş ölür.''
''nerden bildin oğlum, kuş ölür doğru.'' dedi. suratındaki ifadesizliği, şaşkınlığı sezdim hemen.
''senin hikayelerin bir acayip oluyor. bir karınca fili yiyormuş gibi hep. neden kuşun öldüğünü anlat şimdi.''
''pencerenin beş santim ötesi duvarmış. kuş ve kurbağa birlikte pencereden atlayınca kurbağa karşıdaki duvara tutunmuş ama kuş çarpıp kanlar içinde yere düşmüş.''
''senin zaten kuşlara hep kastın var, inanmıyorsun onlara. siktir et, bana bir bourbon söyle şurdan.''
''bourbon mu, oraletli bourbon olsun istersen.''
''salim abi bize iki oraletli bourbon.'' dedim. ahmet'in hikayeleri hep böyle ters köşedir, bir yerden sonra sıkıyor insanı. biliyorsun çünkü, cevap hiç düşünmediğin şey. aklına getirmediğin şeyler başına gelmiş oluyor. salim abi oraletli bourbon getirmedi tabii ki, her gün buraya gelip egzotik fantastik içecek isimleri uydurup sipariş veriyoruz adama. kendisi de hep çay getiriyor. karşılıklı anlaşıyoruz yani, bir defasında ork çişi diye bağırdığımda peşimden tabureyle koştu. ama istisnalar kaideyi bozmaz yani anlaşıyoruz, yuvarlanıp gidiyoruz işte.
salim abi, orta yaşlı, her sabah sinekkaydı tıraş olan, saçlarının ön tarafı seyrek, göbeği çıkık, klasik, bildiğimiz, her mahallede varolan insan tipi. benim alkolik tedavi grubu diye gittiğim uyuşturucu bağımlısı tedavi gruplarının toplandığı daireden bozma yerin yanında kahve işletiyordu. sabahın köründe gelip iki kuruş fazla kazanmak için benim gibi ahmet gibi insanların kahrını çekerdi. küçük küçük çocuklar gelip ''salim abiii, iki gazoz!!.'' dediğinde çocuklar gibi sevinirdi adamcağız. bir ara bu terapi grubuna gelen biri, kahvenin önüne arabasını park etmiş, salim abi o gün kahveyi yeniliyordu, birkaç masa sandalye almış biz de taşımaya yardıma yanına gidiyorduk. ne yapsın salim abicik, çıktı gitti bu grupçuların yanına, içeri girdi. biri konuşuyordu, geçti köşeye konuşmasının bitmesini bekledi. böyle de duyarlı insandır salim abi.
''hayata gülümseyin, ne zaman düştüğünüzü zannederseniz, uçtuğunuzun farkına varın.'' diyordu ayaktaki çıtkırıldım kadın. sanırım bu kadın durumu yanlış anlamıştı, uyuşturucudan uzak tutması lazımdı bu bağımlıları. uçmak hayata gülümsemek filan hepsi bu boku içtikten sonra kendi kendine oluyordu zaten. terapi gruplarında herkes kendi tecrübelerini, yaşadıklarını, şimdiki duygularını anlatıp birbirinden destek almaya çalışıyordu. gittiğim grupların bir tanesinde elf saçlı, elf kulaklı ve elfe benzeyen bir adam vardı. ilk gün kazınıyordu; kendini tutmasa herkesin içinde kafasını duvara vurup duracak gibiydi, ikinci gün gelmedi. hepimiz aşırı dozdan filan gittiğini düşündük adamcağızın. cidden öyle olmuştu, adam altın vuruşu yapmıştı. yani bu gruplar bir boka yaramıyordu. neyse bu çıtkırıldım kadın sustu, herkeste birbirine derdini anlatmış olacak bir sessizlik oldu, salim abi boğazını temizledi konuşmadan önce.
''arabanızı kahvenin önüne çekiyorsunuz, sonra mal indirirken bize çok sıkıntı oluyor...'' dedi.
''arkadaşımızı sorununu bizimle paylaştığı için alkışlıyoruz. hepimiz senin yanındayız unutma.'' dedi çıtkırıldım kadın. salim abi ne oluyor a****** gibisinden bir bakış attı. benle ahmet gülmekten kırıldık, dışarı çıktık. salim abi de geldi bir iki saniye sonra. ''millet deliye biz akıllıya hasret.'' dedi tükürür gibi.
dışarı çıkınca kadının söylediklerini düşündüm, gülümsemeyi filan. tam tersiydi bende, ne zaman uçtuğumu sansam düşüyordum.
24 Haziran 2017 Cumartesi
106. nitelikli kalp dolandırıcısı
''ah tanrım! o kadar güzelsin ki, ölürken sana bakabilmek isterdim.''
bunu söylerken bir müzayededeydim ve elimde kırkaltı numaralı bayrağı tutuyordum. bir elim havada sahtesini zar zor içeri soktuğumuz michelangelo'nun adem'in yaratılışı tablosuna fiyat arttırıyordum. elbette bizzat içeri soktuğum bir replikayı satın alacak değildim sadece talebi arttırıyordum ki insanlar daha fazla ilgi duysun ve çok para kaldıralım. güzel bir hikayesi vardı bu resmin, yaratılış efsanesindeki büyük ayrılmayı ve birbirine ancak parmak ucu kadar yakın ama bir o kadar ayrı düşmüş tanrı ve adem’in hikâyesini konu alıyordu. hristiyanlıkta tanrı’nın adem’e hayat üflemesinin betimlendiği sahnede, birbirine değen işaret parmakları, tanrı’nın adem’i kendi suretinden yarattığına gönderme yapar. trajikomik olarak bulunduğum duruma da uygun bu resim. onunla birbirimize parmak uçları kadar yakın olmamız ve aramızda hayali italyan mimarisinden kalınca bir duvar olması. aramızdaki uzaklığın sebebi mesafeler değildi ve canımı en çok bu acıtıyordu.
''kıvkaltı!!!'' dedi birden münadi. resmin fiyatı kırk altı bin lira olmuştu. hemen arttırdım elli bin yaptım. sonra asıl işime geri döndüm, buraya gelirken aklımda şu resimden yaklaşık altmış bin lira kaldırmak vardı. iki kişi, kişi başı otuz bin. ilk geldiğinde etrafı kolaçan edip salona yöneldim. elimdeki bayrakla yerime oturduğumda saat ondört kırkiki idi. o içeri girdi, birden kapılarımı dışarı doğru kapattım, yani onun ve benim içeride olacağımız şekilde. bu arada ahmet telefonumu onbeş dakikada yirmibir kere aradı, bacağım o kadar çok titredi ki en sonunda uyuştu. her beş dakikada bir işerin yolunda olup olmadğını hakkında bir mesaj atacaktım. ''B=işler yolunda, A=işler yolunda değil.'' anlamına geliyordu. kıç cebimdeki telefonsa kendi kendine L harfini mesaj atınca ahmet ne olduğunu anlamak için aramaya başlamıştı. ama görmek istediğim tek şey yanımda oturan yarıtanrı olduğu için aldırmamıştım.
''bu parçayı sever misiniz?'' dedim.
''michelangelo'yu mu?''
''evet, adem'in yaratılışı.''
''severim, bana adem ve tanrı onsekiz salise içinde birbirine dokunacakmış da parmak uçlarından şimşekler çakacakmış gibi hissettiriyor.''
''neden onsekiz?''
''onsekiz salise, göz açıp kapama süresi. yani her gözümü kırpıştırdığımda birbirine dokunuyorlarmış gibi hissediyorum.''
''o kadar güzelsin ki ölürken sana bakabilmek isterdim!'' ağzımdan dökülüverdi kelimeler. kendimi, yaklaşık 18 salise sonra atomlarına ayrılması gereken bir nitelikli dolandırıcı olarak düşünmeye başladım. daha ismini bile sormadığım, fildişi ve ayışığından yapılmış bir yarıtanrıya böyle patavatsız bir iltifat yapmak da nereden çıkmıştı!
''ah, teşekkürler. fakat sırası değil.'' dedi. nazikçe şarap kırmızısı uzun elbisesinin eteklerini toplayıp geriye yaslandı, saçlarını geriye attı.
''yüzbin lira!!'' dedim. münadi afallamış gibi suratıma baktı. michelango'nun en ünlü resimlerinden biri yurtdışında milyonlar ederken, neden ülkemizde sadece yüz bin ediyordu? ben sanatı yükseltmeye, muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaya çalışıyordum, bir nevi sanatın son şövalyesi diyebilirdim kendime. en azından böyle bir hisse kapılmıştım o an.
''yüzbin livva dediler!'' diye ekledi R'leri çıkaramayan münadi. siyah rayban gözlüklü, takım elbiseli birbirinin aynı iki adam elleriyle ağızlarını kapatıp bir şeyler fısıldaştılar bir süre.
''satıyovum, vav mı avttıvan? o zaman saa...''
''beşyüzbin lira...'' dediler soğukkanlılıkla ikiz mr. smithler. ses tonları aynı gibiydi, yüzleride benziyordu. ya ikizlerdi ya da halüsinasyon görüyordum. sabah aldığım apranax'ı hatırladıktan sonra ikinci ihtimal daha olasi geldi. R'leri çıkaramayan münadi beşyüzbine sattı resmi, adem tanrıya dokunmamıştı belki ama ben paraya dokunabilecektim. fakat bu ikiz mr. smith'ler kimdi? neden o kadar para verdiler resme? belki şövalyeliğimi devralmak istiyorlardır diye düşündüm. çok üstünde durmadım. kırmızı uzun elbiseli yarıtanrıma yetişmeye çalıştım. köşeyi döndüğünde önünde belirdim. (özel gücüm yoktu ama uzun süre kaldığım şehirde kestirmeleri biliyordum.)
''ah tanrım! o kadar güzelsin ki, ölürken sana bakabilmek isterdim.'' dedim.
''affedersiniz?''
''sırası değil demiştin, şimdi tam sırası bence. bunu açıklayamam ama bence en doğru zaman bu, öyle hissediyorum. bana ismini söylemelisin!''
''ismimi mi?''
''sadece baş harfi bile olur. aklımda dönmesi için bana bir simge vermelisin.''
''o zaman beni adem ve tanrı arasındaki parmak ucu boşluğu olarak hatırla, bir harften daha güzel bir simge olur bu.'' dedi. bir geyik estetikliğinde iki korumasının arasından sıyrılıp arabasına bindi. birisi arabasının kapısını kapattı, diğeri ise direksiyona koştu. son anda bu korumalardan birinin yüzünü gördüm. ikiz mr. smith'lerden biriydi bu. diğeri de direksiyona koşandır diye düşündüm. müzayedede bu yüzden bana bakıyorlardı demek ve bu yüzden ismini bilmediğim kırmızı elbiseli yarıtanrı kendini resim üzerinden tanıtmıştı, çünkü o satın almıştı resmi. ne kadar aptaldım! kalbimi elimle söküp vermek istediğim kadına, dünyanın en büyük kazığını atmıştım, özalit makinesinden çıkardığımız resmi beşyüzbin liraya kakalamıştım.
105. ceza sahasındaki fil ve on kusurlu hareket
küçükken bize zarar veren şeylerin arkasından koşardık. zamanında ilaçlama arabalarının arkasından koşar, futbol oynamak için gittiğim toprak sahada ceza sahasına girdiğim ve tam gol atacağım sırada bir fil yavrusunun on kusurlu hareketin onunu da aynı pozisyonda yapması sonucu düşerdim, sonra o filciğin peşinden koşar bir iki yumruk daha yerdim. sonra biraz büyüyünce giden otobüslerin arkasından koşmaya başladım. yani sayın okurum, insan yedisinde neyse yetmişinde de odur. hâlâ bana zarar veren şeylerin arkasından koşuyorum. anlayacağınız mutluluğun çaykur rizesporuyum, incil okuyan bir müslümanım, peşinden koştuğu hiçbir şeye yetişemeyen bir tek ayaklı yüz metre şampiyonuyum.
103-104. yakana yapışan şeyler
103. dünyayı gezen saif camgöz
burnu salatalığı andıran, eşek gözlü, biraz da keçi sakallı, belediyede kahve makinesi başında saatlerini harcamış bir memur ifadesinde hayvanat bahçesinden kaçmış gibi biriydi saif camgöz. küçükken topumuzu kesip kafamıza şapka yapardı, büyüyünce bahçesinden meyveler çalarak ödeştik. bir ara duydum ki dünya turuna çıkmayı düşünüyormuş, mavi şortlar ve pembe gömlekler depolamaya başlamış. sırasıyla avrupa'ya, sonra orta asya'ya, en son da yeni zelanda'ya gitmiş. saif camgöz, avrupa'da kuzey atlantik okyanusunda yüzerken az kalsın bir camgöz köpek balığı tarafından ham edilip bizim mahallede titanik ilan edilecekti. (kaderin cilvesi ya soyadıyla aynı ismi taşıyan bir mahlukat tarafından kuzey atlantikte RMS Titanik gibi batacaktı.) orta asya'da ise şifa bulmak için kuruyemiş diye karayemiş yemiş, zehirlenip hastahaneye kaldırılmış. orta asya'da da malum büyüler yaygın, anlattıklarına göre nefes alamayınca bir ork gibi sesler çıkartmış, doktorun yaptığı middleearth büyüleri sayesinde iyileşip bundan da ucuz yırtmış. yeni zelanda'daya gidince tongariro yanardağı faaliyete geçmiş ve saif camgöz yeni zelanda dışişleri bakanı tarafından sınır dışı edilmiş. buraya mahallemize gelince kendisi adeta bir kristof kolomb edasına bürünmüştü. tam evinin önüne geldiği sırada ne idiği belirsiz bir panelvanın çarpmasıyla vefat etti. vasiyeti üzerine cenazesinde gregor alan ısakov'un john brown's body şarkısını çaldık. bir de benle servet'e bir buddha heykeli almıştı, budist olmamızı istiyordu kağıtta yazdığına göre. servet bu küçük bronz heykeli alıp elinde evirip çevirdi, ''buna mı inanacağız şimdi?'' dedi.
''ne bileyim, öyle sanırım. zaten kendimize hayrımız yok belki bu kelden bir fayda görürüz.''
''kelin ilacı olsa başına sürermiş.'' dedi servet. bir hışımla fırlattı. küçük tonton yontulmuş bronz parçasının havada uçuşunu altı saniye kadar seyrettim, küüütttt diye bir adamın başına girdi. bizim tonton keltoş tanrı artık bir adamı öldürmüştü. hem kendi gibi kel ve tonton bir adamı! yamyam ve katil putçuk tanrıcık yüzünden erkenden tabanları yağlamamız gerekti ahmetle. eve gelince satardık filan dedim, fiyatına baktık internetten beşyüz liraymış. güzelce küfrettim ahmet'e, elini tutamadığı için beşyüz liradan olmuştuk. kişi başı, ikiyüzelli.
104. değişik bir diyalog
''ahmet'im, fener şampiyon olmuş.''
''hee, evet. artık kupamız var diye gezinirler.''
''şu bobby dixon çok acayip adam ya.''
''niye öyle dedin servet?''
''çin malı muhammed ali gibi. bu bobby direksiyon, sonradan müslüman olup adını muhammed ali koymuş, iftar yemeklerine filan gidiyormuş. muhammed ali hayatta olsa kesin bizimkine mali diye seslenirdi.''
''vay anasını.'' dedim.
burnu salatalığı andıran, eşek gözlü, biraz da keçi sakallı, belediyede kahve makinesi başında saatlerini harcamış bir memur ifadesinde hayvanat bahçesinden kaçmış gibi biriydi saif camgöz. küçükken topumuzu kesip kafamıza şapka yapardı, büyüyünce bahçesinden meyveler çalarak ödeştik. bir ara duydum ki dünya turuna çıkmayı düşünüyormuş, mavi şortlar ve pembe gömlekler depolamaya başlamış. sırasıyla avrupa'ya, sonra orta asya'ya, en son da yeni zelanda'ya gitmiş. saif camgöz, avrupa'da kuzey atlantik okyanusunda yüzerken az kalsın bir camgöz köpek balığı tarafından ham edilip bizim mahallede titanik ilan edilecekti. (kaderin cilvesi ya soyadıyla aynı ismi taşıyan bir mahlukat tarafından kuzey atlantikte RMS Titanik gibi batacaktı.) orta asya'da ise şifa bulmak için kuruyemiş diye karayemiş yemiş, zehirlenip hastahaneye kaldırılmış. orta asya'da da malum büyüler yaygın, anlattıklarına göre nefes alamayınca bir ork gibi sesler çıkartmış, doktorun yaptığı middleearth büyüleri sayesinde iyileşip bundan da ucuz yırtmış. yeni zelanda'daya gidince tongariro yanardağı faaliyete geçmiş ve saif camgöz yeni zelanda dışişleri bakanı tarafından sınır dışı edilmiş. buraya mahallemize gelince kendisi adeta bir kristof kolomb edasına bürünmüştü. tam evinin önüne geldiği sırada ne idiği belirsiz bir panelvanın çarpmasıyla vefat etti. vasiyeti üzerine cenazesinde gregor alan ısakov'un john brown's body şarkısını çaldık. bir de benle servet'e bir buddha heykeli almıştı, budist olmamızı istiyordu kağıtta yazdığına göre. servet bu küçük bronz heykeli alıp elinde evirip çevirdi, ''buna mı inanacağız şimdi?'' dedi.
''ne bileyim, öyle sanırım. zaten kendimize hayrımız yok belki bu kelden bir fayda görürüz.''
''kelin ilacı olsa başına sürermiş.'' dedi servet. bir hışımla fırlattı. küçük tonton yontulmuş bronz parçasının havada uçuşunu altı saniye kadar seyrettim, küüütttt diye bir adamın başına girdi. bizim tonton keltoş tanrı artık bir adamı öldürmüştü. hem kendi gibi kel ve tonton bir adamı! yamyam ve katil putçuk tanrıcık yüzünden erkenden tabanları yağlamamız gerekti ahmetle. eve gelince satardık filan dedim, fiyatına baktık internetten beşyüz liraymış. güzelce küfrettim ahmet'e, elini tutamadığı için beşyüz liradan olmuştuk. kişi başı, ikiyüzelli.
104. değişik bir diyalog
''ahmet'im, fener şampiyon olmuş.''
''hee, evet. artık kupamız var diye gezinirler.''
''şu bobby dixon çok acayip adam ya.''
''niye öyle dedin servet?''
''çin malı muhammed ali gibi. bu bobby direksiyon, sonradan müslüman olup adını muhammed ali koymuş, iftar yemeklerine filan gidiyormuş. muhammed ali hayatta olsa kesin bizimkine mali diye seslenirdi.''
''vay anasını.'' dedim.
23 Haziran 2017 Cuma
101. geceydi
çiçek bahçelerini koşuyorum kışın
zamansız açan çiçeği görüyorum
açıp iki yana kollarımı kayboluyorum
birlikte yürüdüğümüz sokakta dünyayı geziyorum
yorucu bir günün ardından
vapurlar, sirenler, tramvaylar suskun
bir ağırlık çöküyor üstüme geceleyin
halden bilmez misafire benzetiyorum
her günün sonunda olduğu gibi
yorgun, sessiz ve dalları kırık
taşlanmış bir ağaç gibi üzgün ve düşünceli
yapayalnız oturuyorum
ormanından uzak ağaçlar gibi
anlıyor musun?
geceydi
ve ağır geliyordu özlemek
21 Haziran 2017 Çarşamba
99-100. diğerlerinden farkın olsun, beni anla!
99. bir sokak dolusu kalabalık
hani bir ara anlatmıştım, her şehirde herkesin bildiği ve birbirini beklemek için kullandığı yerler vardır. ''seni şurada bekliyorum saat ikide.'' gibi. işte öyle bir yerde bekliyordum. ve böyle zamanlarda nedense hep ceplerim dolu oluyor, ellerimi koyacak yer bulamıyorum. karşımdan biri geçti; gri gömlekli, keten pantolonlu, siyah saçlı siyah sakalına karışmış, sırtında sincabıyla. yoldan yürüyordu zaten bir farklılık vardı diğer insanlarla arasında. ve kimse görmüyordu, bakmanın görmeye yeterli olmadığını biliyorum fakat insanlar kör müydü, acı çektiğimi görmüyorlar mıydı?
sincap adamın sırtını bir atlas gibi kullanıyordu, sanki kendi dünyasıymış gibi. bir koluna inip sonra oradan diğer koluna koşuyordu adamın. bu adamın sırtı neden bu kadar büyüktü, bir sincabın evi, bahçesi olacak kadar? bir insan ev olabiliyor muydu hâlâ, güvensizlik içime işlemiş olacak ki kafamdan bu düşünceyi ''hah, sen ne sanıyorsun tabii ki hayır!'' diye yanıtladım hemen. adam sincabıyla gitti ve ben bakakaldım. bu adamın seninle tanışıp tanışmadığını sormak istedim birden. bu his bütün beynimi, vücudumu, sokağı, caddeyi, hatta gökyüzünü kapladı. koşup sormak istedim. koştum, birkaç kişiye çarptım, ilerlemeye çalıştım, ama geç kalmıştım çoktan gitmişti sincabıyla. içimde inanılmaz bir merakla öyle kalmıştım. çünkü bütün bu dünyaya rağmen hâlâ bir yerlerde güzel bir şeylerin olduğuna inanıyorsam senin yüzündendi.
100. um(n)utulmuş
bugün açan bir çiçek kadar sevgi yüklü.
tek başına mutlu olması
utanılacak güzellikte.
bir ormandan uzak bir başına
yarın üzülür belki,
bugünü kurtardı nasılsa.
bırakıp gitmek onlara göre
kök saldım buraya, içine.
benim içim ise
bir ağaç kovuğu gibi
seninle doldurulmuş.
yüreğimdeki
bir fil sürüsünün dereyi geçerken ki umuduymuş.
ha-hahhh um(n)utmuş!
çaput bağlanmış bir taş
bir kuş öldü bir kurbağa uyudu
ve hiçbir şey yokmuş gibi
yaşamaya kaldığım yerden devam ettiğim
yani senden.
sense gitmek istiyorsun
ayakların giderayak her şeyi yıkıyor
solumdaki bu duvar yıkılır tekrar yapılır sonradan
-bense denizde bir kuş olmak istiyorsam
...korkma!
yine de gitmezdim bu limandan-
ama inanmam
gidenlerin geleceğine
bin yıl geçse de
bin yol geçse de
ayaklarım gelirayak bir tek sana
ve beklerayak
bir tek sen'a!
bin çınar devrildi benimle bu yarışta
tutup boş masada
kimse beklemedi benim kadar,
birdünyanınyaşınıikiyeçarp kadar
yalnız yapılan her şey daha ağırdır
ağır ağır yürür kaldırımları,
ağır ağır çıkar merdivenleri,
ağır ağır iner gece ve ağır ağır sever insan
yalnızken
tükenmesinden korkarak
ve tekrar ederim, derim ki sana
bir şarkıysan,
kimse benim kadar dinlemedi seni inan.!
hani bir ara anlatmıştım, her şehirde herkesin bildiği ve birbirini beklemek için kullandığı yerler vardır. ''seni şurada bekliyorum saat ikide.'' gibi. işte öyle bir yerde bekliyordum. ve böyle zamanlarda nedense hep ceplerim dolu oluyor, ellerimi koyacak yer bulamıyorum. karşımdan biri geçti; gri gömlekli, keten pantolonlu, siyah saçlı siyah sakalına karışmış, sırtında sincabıyla. yoldan yürüyordu zaten bir farklılık vardı diğer insanlarla arasında. ve kimse görmüyordu, bakmanın görmeye yeterli olmadığını biliyorum fakat insanlar kör müydü, acı çektiğimi görmüyorlar mıydı?
sincap adamın sırtını bir atlas gibi kullanıyordu, sanki kendi dünyasıymış gibi. bir koluna inip sonra oradan diğer koluna koşuyordu adamın. bu adamın sırtı neden bu kadar büyüktü, bir sincabın evi, bahçesi olacak kadar? bir insan ev olabiliyor muydu hâlâ, güvensizlik içime işlemiş olacak ki kafamdan bu düşünceyi ''hah, sen ne sanıyorsun tabii ki hayır!'' diye yanıtladım hemen. adam sincabıyla gitti ve ben bakakaldım. bu adamın seninle tanışıp tanışmadığını sormak istedim birden. bu his bütün beynimi, vücudumu, sokağı, caddeyi, hatta gökyüzünü kapladı. koşup sormak istedim. koştum, birkaç kişiye çarptım, ilerlemeye çalıştım, ama geç kalmıştım çoktan gitmişti sincabıyla. içimde inanılmaz bir merakla öyle kalmıştım. çünkü bütün bu dünyaya rağmen hâlâ bir yerlerde güzel bir şeylerin olduğuna inanıyorsam senin yüzündendi.
100. um(n)utulmuş
bugün açan bir çiçek kadar sevgi yüklü.
tek başına mutlu olması
utanılacak güzellikte.
bir ormandan uzak bir başına
yarın üzülür belki,
bugünü kurtardı nasılsa.
bırakıp gitmek onlara göre
kök saldım buraya, içine.
benim içim ise
bir ağaç kovuğu gibi
seninle doldurulmuş.
yüreğimdeki
bir fil sürüsünün dereyi geçerken ki umuduymuş.
ha-hahhh um(n)utmuş!
çaput bağlanmış bir taş
bir kuş öldü bir kurbağa uyudu
ve hiçbir şey yokmuş gibi
yaşamaya kaldığım yerden devam ettiğim
yani senden.
sense gitmek istiyorsun
ayakların giderayak her şeyi yıkıyor
solumdaki bu duvar yıkılır tekrar yapılır sonradan
-bense denizde bir kuş olmak istiyorsam
...korkma!
yine de gitmezdim bu limandan-
ama inanmam
gidenlerin geleceğine
bin yıl geçse de
bin yol geçse de
ayaklarım gelirayak bir tek sana
ve beklerayak
bir tek sen'a!
bin çınar devrildi benimle bu yarışta
tutup boş masada
kimse beklemedi benim kadar,
birdünyanınyaşınıikiyeçarp kadar
yalnız yapılan her şey daha ağırdır
ağır ağır yürür kaldırımları,
ağır ağır çıkar merdivenleri,
ağır ağır iner gece ve ağır ağır sever insan
yalnızken
tükenmesinden korkarak
ve tekrar ederim, derim ki sana
bir şarkıysan,
kimse benim kadar dinlemedi seni inan.!
şiirimsi düzenleme
birkaç yazımdan alıntılarla şöyle şiirimsi bir liste yaptım;
- hadi uzan yanıma, rüzgar esmez belki ama yelkenlerim zaten paramparça.
- sana baharı getirdim, çiçeklen durma.
- düşersem aklında tut beni, seni sevdiğimi unutma.
- ceplerimde bir kaç sayfa var okursun sabah olur, üstüne bir ceket al soğuktur.
- plakta sesin var, ezbere bildiğim bir şiir dinle. kırılsa ziyanı yok sonsuza dek dönecek aklımda.
- biri dağlarını yürüyerek geçti, ben bütün yokuşlarınla gelmeye çalışırken sana.
- insanın kendini bildiği tek yer otel odası bana kalırsa, valizi elinde her an gitmeye hazır. hayatın ta kendisi gibi değil mi ama.
- kırıkları yapıştıracağım, sökükleri dikeceğim diye diye akşam oldu. insan unutmuyor anıları, kalsın aklında.
98. özet haberler
fazla televizyon izlemezdim. bundan önce kaldığım yerde televizyonum yoktu, ordan kalma bir alışkanlık. bir ara farklılık olsun diye açtım, son bir kaç haftadaki haberleri veren bir programa koydum zaten çok izlemiyorum bari özet geçsinler mantığıyla. onbeş haziran ikibinonyedi, pek uzak tarih değil. benim vesikalık fotoğrafımı koymuşlar, yüzüm mozaiklenmiş filan. ''hassiktir lan, ne oldum acaba?'' filan diye dikkatle dinlemeye başladım.
''evet sayın seyirciler, i... m... iki doğal afeti aynı anda yaşayıp içlerinden sağ çıktı.'' dedi spiker. arkadaşlarım filan telefona sarılmış beni ringgg ringgg diye arıyorlar. cibuti'ye izlanda'ya gittiğimi düşünmüş olacaklar çünkü iki afet aynı anda türkiye'de olmuyordu. ama senin yanında oluyordu (tabii bunu kim nereden bilsin.). onbeş haziran ikibinonyedi'diydi ve sen yaktın, yıktığın yeri. öldürecek gücün olmadığı için buradayım yoksa dolu bir tabancayı kafama doğrultmuş bekliyordum. boş bir duvarı vurdun, ıskaladın. beni vurabilirdin ama ıskalamayı seçtin.
95-97. egalite
95. 31 MS 2333
''seni seviyorum.''
''ne dediğin anlaşılmıyor çok ses var.'' dedin. neden bilmem o an saçma sapan çarpık bir gülümseme yayıldı yüzüme. ne zaman seni görsem oluyordu bu zaten, ama bu defa dedim ya neden bilmem gözlerim yaşardı durup dururken, sanki anlamamanın sebebi bu gürültülü konser değilmiş de anlamak istemiyormuşsun gibi ve aynı zamanda sanki bir daha sevildiğini duymak istiyormuşsun gibi. yani hem artısı hem de eksisi vardı aynı zamanda. hangisinin hangisi olduğunu hiç anlayamadım. meselâ ortalama bir yerde birlikte bir şeyler içtiğimizde ikimizinde ayrılırken ne diyeceğini bilememesi, böyle acemiliklerimiz vardı evet, ayrı güzeldi. ne yapacağımı bilemem ben ayrılırken, bir yerden giderken. örneğin çok acayip değil mi birinden ya da bir yerden ayrılırken, giderken ''görüşürüz.'' diyorum.
''seni seviyorum.'' dedim tekrardan.
''ne dediğin anlaşılmıyor çok ses var.'' dedin. neden bilmem o an gökyüzünü kırmızıya boyamak istedim. vızır vızır geçen arabaların sesi trenin sesine karışıyordu. ve rüzgarın sesi, insanlar. neden bu kadar kalabalıktık ki bu kadar? gözüme bir plaka takıldı, not aldım bir kağıda. sessiz sessiz gidiyordu, belki çok düşünceli bir aşık olduğu için bir aşığın halinden anlıyordu. belki de çok parası yoktu öyle gürültülü araba filan alamıyordu.
''seni seviyorum.'' dedim bir daha. duymadın, belki benim görünmezlik pelerinim vardı, belki de sesim kısıktı.
''seni seviyorum.'' dedim. seni seviyorum ve bunu o kadar uzun süredir yapıyorum ki kalbimin ortasında bir diktatörlüğün var.
sen hiç duymadın ve ben hep sana ''seni seviyorum.'' dedim. sokakta, havaalanında, tren istasyonunda, otobüs garında, kafede, kahvede, pastanede, barda, birahanede, evde, okulda, iş yerinde, kitapçıda, kütüphanede, yemekhanede, mezarlıkta, yurttaki odamda...
her sabah seni seviyorum dedim. öğlen, akşam ve geceleyin. çok kızanlar oldu yaşlı teyzeler, amcalar, esnaf filan. deli derler filan dediler halbuki kendileri derler. çok sevdim, elim avucum boş kaldı, 5 katlı bir binanın köşesine oturdum yine seviyorum dedim, aşağı indim bir bankta oturdum yine dedim. çok kişi öldü sonra saymadım, çok ev yıktılar burada, çok yol yaptılar sonra bozup bir daha yaptılar. şu bankın yerini bile en az beş defa değiştirdiler.
her şey değişiyordu, fakat benim içimde sabit duran fotoğrafın vardı. ve şu bankta oturup seni bin defa terk ettim ve bin defa koşarak geri döndüm sana.
96. otel odası
insanın kendini bildiği tek yer otel odası bana kalırsa. valizi elinde, her an gitmeye hazır. hayatın ta kendisi!
97. kağıt ve balık
biri yürüyerek geçti dağlarını, ben bütün yokuşlarınla sana gelmeye çalışırken. yüzüne güneşi çevirdim, baharı getirmek istedim yalın ayak. ve seksen mevsim sonra anladım, perdeler kapalıysa dışarıda ne olduğunun bir önemi yok. ''bir kağıt ve bir balık ne zaman eşitlenir?'' diye sormuştu yaşlı biri zamanında, ''kim kimdir, kağıt kimdir balık kim?''. yaşadıkça anlıyor insan, kağıt benim. kağıdı leğende yüzdürmek için bile çok katlaman gerekir ama o kadar şeye rağmen denizde batar, okyanusta yıkılır yelkenleri. balık ise balıktır, yüzer yani fark etmez onun için ne olduğu. kağıttım ben, o kadar katlandım ama bir yere kadar gelebildim işte, sonrasına gücüm yok.
19 Haziran 2017 Pazartesi
94. tek kişilik ordu
bundan böyle bir dağ gibi bekleyeceğim.
''bundan böyle, böyle.'' diye düşündüm. ''hareket etmeyeceğim. olacağı varsa olur, öleceği varsa ölür. elimden bir şey gelmiyor, güçsüzüm işte acizim. tırnaklarımla kazdığım gere gömülüyorum. üstesinden gelemediğim şeylerin altında kalıyorum.''
bunları babamı hastaneye kaldırdıkları gün, yaklaşık kırkbeş dakika süren yol boyunca düşündüm. kendimi meşgul etmem gerekiyordu yoksa ağlardım, düşünmemek için saçma sapan ne varsa düşündüm. bir sigara içtim, kalıncak bir küfür savurdum, saate baktım, saate baktım. ön koltuk biraz dardı. habire eğilip bükülüyordum. sonunda araba durdu, babamı hastaneye geçirdiler. evraklar kontrol edildi, ameliyata alındı. ameliyat altı saat sürdü, tek başıma o büyükçe koridorda, hüznün duvarlarını yıkmaya çalıştım. elime bir taş alıp fırlatmak istedim fakat güçsüzdüm. tavanı parçalayıp göğü izlemek istedim, ama yapamadım. ''canım çok yandı, ne zaman geçer acaba. neyse. '' diye düşümdü. derin bir iç çektim.
soğuk demir, yarısı sünger bordo hastane koltuğunda oturmaktan kıçım dümdüz olmuştu. yirmibeş metrelik koridorda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. ''acaba, burdan çıkarken ne yapsam?'' dedim. kahveye mi gitsem, yoksa biraz yürüsem miydi? aklıma babamla ilgili kötü hiçbir düşünceyi getirmiyordum. ayaklarım yoruldu, oturdum biraz ovaladım ve yine beklemeye başladım. beyaz kalebodurdan ışık yansıyordu. insanı yıkacak olaylar olur, kimisi hafif sıyrıklarla yırtar kimisi de yırtılır. ben hangisi olduğumu düşünedurayım, ne hissettiğimi bile tam olarak bilmiyordum. kafamdaki beşyüz tane sorudan her gün beş tanesini çözmeye kalksam ve her gün yeni 3 tane sorun eklense önümüzdeki ikiyüzelli gün sadece oturup düşünmem gerekecekti. hepsini bir kenara sıkıştırmaya çalıştım bende, düşünmemeye.
avcumun içinden başımı kaldırdım. bir temizlikçi yerleri temizliyordu, bütün her yer bitmiş de koca koridorda temizlenecek bir tek benim ayaklarımın altı kalmış gibi paspasla ayaklarıma vurup çekmemi söylüyordu. ayaklarımı karnıma doğru çektim, beklemeye başladım.
''ayaklarını indirebilirsin artık, bitti işim.'' dedi soluk mavi önlüklü temizlikçi.
cevap vermedim. hayır ayaklarımı aşağı indirmek istemiyordum. bir nevi kapılarımı kapatmış gibi hissediyordum. ben kötü olaylar karşısında hep kendimi ufaltıp ufaltıp yok olmak isterim, bir armadillonun zırhı gibi ayaklarımı içeri çekip başımı dizlerimin üstüne koyardım. dayanmak böyle daha kolay oluyordu. temizlikçi benimle daha fazla uğraşmak istemedi sanırım ayağındaki terlikleri şap şap diye yere vura vura gitti. kimse ses çıkarmadı, sadece açılıp kapanan otomatik kapının sesi vardı. tıııınnnnn, vşıııppp... vşıııppp... sonra tekrar.
bir ara karınca gördüm. peşine takıldım onun, sağa sola döne döne döne yürüdü. farklı bir karıncanın yanına gitti. birbirlerine çarpıştılar, sonra ayrıldılar yoluna devam ettiler. tıpkı insanlar gibi, ben sadece bunun 4. evresini yani yoluna devam etme bölümünü yapamıyordum. çünkü yolun neresine gitsem, hangi köşesinden dönsem yine o karıncaya çıkıyordu. uzaklaşamıyordum, sanki belli çaptaki bir dairenin içinde dönebiliyormuşum ama daha fazla ilerleyemiyormuşum gibi hep oradaydım. belli mesafe uzağında ve hep belli mesafe uzağında. ameliyathanenin kapısı açıldı, babam ayakta çıktı oradan. basit bir yağ bezesi sinirlere baskı mı ne yapıyormuş, ''yeniden doğmuş gibi oldunuz.'' dedi doktor. hassiktir ordan, basit bir bezeymiş zaten dedim. yani düşündüm, böyle desem babamdan okkalı bir dayak yerdim.
''bundan böyle, böyle.'' diye düşündüm. ''hareket etmeyeceğim. olacağı varsa olur, öleceği varsa ölür. elimden bir şey gelmiyor, güçsüzüm işte acizim. tırnaklarımla kazdığım gere gömülüyorum. üstesinden gelemediğim şeylerin altında kalıyorum.''
bunları babamı hastaneye kaldırdıkları gün, yaklaşık kırkbeş dakika süren yol boyunca düşündüm. kendimi meşgul etmem gerekiyordu yoksa ağlardım, düşünmemek için saçma sapan ne varsa düşündüm. bir sigara içtim, kalıncak bir küfür savurdum, saate baktım, saate baktım. ön koltuk biraz dardı. habire eğilip bükülüyordum. sonunda araba durdu, babamı hastaneye geçirdiler. evraklar kontrol edildi, ameliyata alındı. ameliyat altı saat sürdü, tek başıma o büyükçe koridorda, hüznün duvarlarını yıkmaya çalıştım. elime bir taş alıp fırlatmak istedim fakat güçsüzdüm. tavanı parçalayıp göğü izlemek istedim, ama yapamadım. ''canım çok yandı, ne zaman geçer acaba. neyse. '' diye düşümdü. derin bir iç çektim.
soğuk demir, yarısı sünger bordo hastane koltuğunda oturmaktan kıçım dümdüz olmuştu. yirmibeş metrelik koridorda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. ''acaba, burdan çıkarken ne yapsam?'' dedim. kahveye mi gitsem, yoksa biraz yürüsem miydi? aklıma babamla ilgili kötü hiçbir düşünceyi getirmiyordum. ayaklarım yoruldu, oturdum biraz ovaladım ve yine beklemeye başladım. beyaz kalebodurdan ışık yansıyordu. insanı yıkacak olaylar olur, kimisi hafif sıyrıklarla yırtar kimisi de yırtılır. ben hangisi olduğumu düşünedurayım, ne hissettiğimi bile tam olarak bilmiyordum. kafamdaki beşyüz tane sorudan her gün beş tanesini çözmeye kalksam ve her gün yeni 3 tane sorun eklense önümüzdeki ikiyüzelli gün sadece oturup düşünmem gerekecekti. hepsini bir kenara sıkıştırmaya çalıştım bende, düşünmemeye.
avcumun içinden başımı kaldırdım. bir temizlikçi yerleri temizliyordu, bütün her yer bitmiş de koca koridorda temizlenecek bir tek benim ayaklarımın altı kalmış gibi paspasla ayaklarıma vurup çekmemi söylüyordu. ayaklarımı karnıma doğru çektim, beklemeye başladım.
''ayaklarını indirebilirsin artık, bitti işim.'' dedi soluk mavi önlüklü temizlikçi.
cevap vermedim. hayır ayaklarımı aşağı indirmek istemiyordum. bir nevi kapılarımı kapatmış gibi hissediyordum. ben kötü olaylar karşısında hep kendimi ufaltıp ufaltıp yok olmak isterim, bir armadillonun zırhı gibi ayaklarımı içeri çekip başımı dizlerimin üstüne koyardım. dayanmak böyle daha kolay oluyordu. temizlikçi benimle daha fazla uğraşmak istemedi sanırım ayağındaki terlikleri şap şap diye yere vura vura gitti. kimse ses çıkarmadı, sadece açılıp kapanan otomatik kapının sesi vardı. tıııınnnnn, vşıııppp... vşıııppp... sonra tekrar.
bir ara karınca gördüm. peşine takıldım onun, sağa sola döne döne döne yürüdü. farklı bir karıncanın yanına gitti. birbirlerine çarpıştılar, sonra ayrıldılar yoluna devam ettiler. tıpkı insanlar gibi, ben sadece bunun 4. evresini yani yoluna devam etme bölümünü yapamıyordum. çünkü yolun neresine gitsem, hangi köşesinden dönsem yine o karıncaya çıkıyordu. uzaklaşamıyordum, sanki belli çaptaki bir dairenin içinde dönebiliyormuşum ama daha fazla ilerleyemiyormuşum gibi hep oradaydım. belli mesafe uzağında ve hep belli mesafe uzağında. ameliyathanenin kapısı açıldı, babam ayakta çıktı oradan. basit bir yağ bezesi sinirlere baskı mı ne yapıyormuş, ''yeniden doğmuş gibi oldunuz.'' dedi doktor. hassiktir ordan, basit bir bezeymiş zaten dedim. yani düşündüm, böyle desem babamdan okkalı bir dayak yerdim.
18 Haziran 2017 Pazar
92-93. sadece bu kadar
92. seni sevmekten ölüyorum
sana bütün uçurumlarınla düşkünüm.
93. karşılaşma
seninle ilk defa bir sokakta karşılaştım, kalbimi hatırladım. saksıdaki çiçekler daha erken büyüdü, arabacı çocuklar zabıtadan kaçtı, bütün gazeteler okundu,çaylar içildi, hesaplar ödendi. akşam oldu, babalar eve ekmek götürdü, çocuklar uyudu.
sana bütün uçurumlarınla düşkünüm.
93. karşılaşma
seninle ilk defa bir sokakta karşılaştım, kalbimi hatırladım. saksıdaki çiçekler daha erken büyüdü, arabacı çocuklar zabıtadan kaçtı, bütün gazeteler okundu,çaylar içildi, hesaplar ödendi. akşam oldu, babalar eve ekmek götürdü, çocuklar uyudu.
seninle ilk defa bir caddede karşılaştım, kalbimin yerini ezberledim. arabalar daha yavaş geçemeye başladı, pastel renkler bile birden canlandı, ağaçlara bir güzellik geldi, dünyanın yörüngesi iki santim oynadı.
seninle ilk defa bir kitapta karşılaştım, kalbim acıdı. teleskoptan venüs görünmedi, yıldızlar kaydı, ay güneşin önüne geçti, altını çizdiğim bütün kelimeler yaraladı. çırak zülfü ustasından dayak yedi, kahvede çay istediğimde salim abi getirirken döktü.
ben seninle hep ilk defa karşılaştım. ilk defa bisiklete biniyormuş gibi, ilk defa bir elmayı dişliyormuş gibi.
bir gün seninle karşılaşmadım, caddede, kitapta veya bir sokakta. kokunu duydum bir sefer, çok eski bir plakta. kalbim yırtıldı.
17 Haziran 2017 Cumartesi
91. olaylara bilimsel bakış
koordinat düzleminde iki doğru bir defa kesişir ve sonsuza kadar ayrılırlar.
89-90. mutluluk bu kapıdan içeri girmeyecek
89. başlıksız
''ölmek için önce yaşamaya alışmak gerekli.'' demiştim bir ara, öyleydi de. kendimin en yükseğindeyim, inemiyorum, düşemiyorum, ölemiyorum.
90. nereden nereye
sabah uyandığımda bir durakta üstüme gazete örtülmüştü. kendime gelmem biraz zaman aldı. sırtımda inanılmaz bir ağrı vardı ve boynum tutulmuştu. ayağa kalkarken cebimden üç beş bozuk para döküldü yere, toplamak için eğildiğimde ayaklarımın uyuştuğunu fark edemeden düştüm, elim sızladı. kırılmasından korktum, doktora gitmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. etrafı izledim bir süre, bana saraybosna'yı hatırlattı burası ama gariptir ki hiç saraybosna'ya gitmedim. sıvası dökülmüş bir bakkal, pembeye boyalı bir ev ve bir kahve aslında her yere benzeyebilirdi.
''kalktın mı?'' dedi. kim olduğunu bilmiyordum, beni nereden tanıyordu. kimsin diye sormak istemedim. sadece düştüğüm yerden ayağa kalktım üstümü temizledim ve yanında hazırım anlamına gelen bir şekilde durdum. yürümeye başladık, dar sokaklardan kalabalıklara çıktık. büyükçe bir kapının önünde durduk,
''içeri gir.''
''bana kim olduğunu söylemeyecek misin, beni nereden tanıyorsun?''
''dün neler olduğunu hatırlamıyor musun?''
''hayır, ne oldu? hem ben bunu sormadım kim olduğunu sordum sana!''
''ben ferhat, seni gizli tarikatımıza getirdim.''
''hangi ferhat?''
''dağı delen var ya, o benim işte.''
''hadi canım, ne alaka?''
''kapıda dikilmeyelim, gir artık içeri.'' dedi. içeri girdim, büyükçe bir masanın etrafında iki kişi oturuyordu, bir kişi de ayaktaydı. birisi pos bıyıklı kabadayımsı bir tipti. ayakta olan ise sigarasını içip gömleğini pantolonuna sokmaya çalışıyordu. beni görünce heyecanlandı, ağzındaki sigaradan dolayı belli belirsiz,
''hoş geldin, otur otur.'' dedi. diğer ikisine baktım pek bir özelliği yoktu, birisi belki benim yaşlarımda, güzel bir takım elbise giymişti. ayakta duran boğazını temizleyip devam etti konuşmaya,
''merhaba, ben kerem. öncelikle buraya gelmeni ben istedim. solda oturan tahir, yanındaki mecnun. ferhatla tanıştın bile sanırım.''
''tanıştım denebilir. sizler ölü değil miydiniz? yani nasıl buradasınız? eski hikayeler değil miydi bize anlattıkları?'' dedim. gülüştüler aralarında. ''hee ölüyüm.'' dedi mecnun. sorunun saçmalığı ortadaydı ama ne yapayım insan şaşırıyordu.
''hayır, uzun zamandır saklanıyoruz. bu tarikat çok uzun zamandır var, imhotep zamanından beri neredeyse. çok seyrek de olsa bazen aramıza bazı yeni üyeler katılır. napolyon ya da john lennon gibi. uçuk kaçık şeyler yapıyoruz genelde. meselâ mecnun'un zayıf olmasının sebebi çölden yeni geldi. yanında pusula al demiştim ona ama dinletemedim, boşu boşuna o kadar yol yürüdü.''
''padişah tahir'i öldürmemiş miydi?''
''hayır orada biz zühre'ye deli taklidi yapmasını söyledik, padişah da haberi alınca koşa koşa zühre'nin yanına gitti. bende tahir'i ordan kaçırdım hemen.''
''anladım, peki ben? neden buradayım?'' dedim. kerem boş sandalyesine gülümseyerek oturdu. mecnun bana bir sigara uzattı. bu defa ferhat konuşmaya başladı,
''bir süredir seni izliyoruz, aşık olduğunun haberini aldığımızdan beri. sana yardım etmek istedik, kendi hikayenin sonuna ''sonsuza kadar mutlu yaşadılar.'' cümlesini eklemek istemez misin?''
''ama hiçbirinizin hikayesi mutlu sonla bitmiyor.'' dedim. ferhat biraz afalladı. aslında hepsi afalladı, ama hiç istifini bozmadan devam ettiler.
''eh orası doğru. terzi kendi söküğünü dikemez. gerçi birbirimize de pek yaramıyoruz ama denemekten zarar gelmez.'' dedi.
''başkaları da var mı, sizden başka?''
''voltarie var ama onunla sadece tahir anlaşabiliyor. bizden biraz üstün olduğunu düşünüyor, anlarsın ya batılıymış filan. şimdi söyle bakalım aramıza katılmak istiyor musun?''
''tamam olur.''
''harika. kalacak yerin yok bildiğim kadarıyla. sen üst katta kalırsın, şuradan yorgan yastık al. burada telefon numaraları var.''
''pekâlâ... şimdi neredeyiz peki?''
''amasya.''
''söylemeyi unuttum, bir şartım var.''
''nedir?..''
''hazır amasya'dayız bana deldiğin dağı gösterir misin?'' dedim. olur anlamında başını salladı. yorgan yastık alıp üst katta uyudum.
sabah beşte uyandım yanımda kimseler yoktu. kağıttaki numarayı aradım "the number you are calling is not used." dedi telesekreter. dışarı çıkıp yoldan geçen birine nerede olduğumu sordum,
''antakya.'' dedi.
''ölmek için önce yaşamaya alışmak gerekli.'' demiştim bir ara, öyleydi de. kendimin en yükseğindeyim, inemiyorum, düşemiyorum, ölemiyorum.
90. nereden nereye
sabah uyandığımda bir durakta üstüme gazete örtülmüştü. kendime gelmem biraz zaman aldı. sırtımda inanılmaz bir ağrı vardı ve boynum tutulmuştu. ayağa kalkarken cebimden üç beş bozuk para döküldü yere, toplamak için eğildiğimde ayaklarımın uyuştuğunu fark edemeden düştüm, elim sızladı. kırılmasından korktum, doktora gitmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. etrafı izledim bir süre, bana saraybosna'yı hatırlattı burası ama gariptir ki hiç saraybosna'ya gitmedim. sıvası dökülmüş bir bakkal, pembeye boyalı bir ev ve bir kahve aslında her yere benzeyebilirdi.
''kalktın mı?'' dedi. kim olduğunu bilmiyordum, beni nereden tanıyordu. kimsin diye sormak istemedim. sadece düştüğüm yerden ayağa kalktım üstümü temizledim ve yanında hazırım anlamına gelen bir şekilde durdum. yürümeye başladık, dar sokaklardan kalabalıklara çıktık. büyükçe bir kapının önünde durduk,
''içeri gir.''
''bana kim olduğunu söylemeyecek misin, beni nereden tanıyorsun?''
''dün neler olduğunu hatırlamıyor musun?''
''hayır, ne oldu? hem ben bunu sormadım kim olduğunu sordum sana!''
''ben ferhat, seni gizli tarikatımıza getirdim.''
''hangi ferhat?''
''dağı delen var ya, o benim işte.''
''hadi canım, ne alaka?''
''kapıda dikilmeyelim, gir artık içeri.'' dedi. içeri girdim, büyükçe bir masanın etrafında iki kişi oturuyordu, bir kişi de ayaktaydı. birisi pos bıyıklı kabadayımsı bir tipti. ayakta olan ise sigarasını içip gömleğini pantolonuna sokmaya çalışıyordu. beni görünce heyecanlandı, ağzındaki sigaradan dolayı belli belirsiz,
''hoş geldin, otur otur.'' dedi. diğer ikisine baktım pek bir özelliği yoktu, birisi belki benim yaşlarımda, güzel bir takım elbise giymişti. ayakta duran boğazını temizleyip devam etti konuşmaya,
''merhaba, ben kerem. öncelikle buraya gelmeni ben istedim. solda oturan tahir, yanındaki mecnun. ferhatla tanıştın bile sanırım.''
''tanıştım denebilir. sizler ölü değil miydiniz? yani nasıl buradasınız? eski hikayeler değil miydi bize anlattıkları?'' dedim. gülüştüler aralarında. ''hee ölüyüm.'' dedi mecnun. sorunun saçmalığı ortadaydı ama ne yapayım insan şaşırıyordu.
''hayır, uzun zamandır saklanıyoruz. bu tarikat çok uzun zamandır var, imhotep zamanından beri neredeyse. çok seyrek de olsa bazen aramıza bazı yeni üyeler katılır. napolyon ya da john lennon gibi. uçuk kaçık şeyler yapıyoruz genelde. meselâ mecnun'un zayıf olmasının sebebi çölden yeni geldi. yanında pusula al demiştim ona ama dinletemedim, boşu boşuna o kadar yol yürüdü.''
''padişah tahir'i öldürmemiş miydi?''
''hayır orada biz zühre'ye deli taklidi yapmasını söyledik, padişah da haberi alınca koşa koşa zühre'nin yanına gitti. bende tahir'i ordan kaçırdım hemen.''
''anladım, peki ben? neden buradayım?'' dedim. kerem boş sandalyesine gülümseyerek oturdu. mecnun bana bir sigara uzattı. bu defa ferhat konuşmaya başladı,
''bir süredir seni izliyoruz, aşık olduğunun haberini aldığımızdan beri. sana yardım etmek istedik, kendi hikayenin sonuna ''sonsuza kadar mutlu yaşadılar.'' cümlesini eklemek istemez misin?''
''ama hiçbirinizin hikayesi mutlu sonla bitmiyor.'' dedim. ferhat biraz afalladı. aslında hepsi afalladı, ama hiç istifini bozmadan devam ettiler.
''eh orası doğru. terzi kendi söküğünü dikemez. gerçi birbirimize de pek yaramıyoruz ama denemekten zarar gelmez.'' dedi.
''başkaları da var mı, sizden başka?''
''voltarie var ama onunla sadece tahir anlaşabiliyor. bizden biraz üstün olduğunu düşünüyor, anlarsın ya batılıymış filan. şimdi söyle bakalım aramıza katılmak istiyor musun?''
''tamam olur.''
''harika. kalacak yerin yok bildiğim kadarıyla. sen üst katta kalırsın, şuradan yorgan yastık al. burada telefon numaraları var.''
''pekâlâ... şimdi neredeyiz peki?''
''amasya.''
''söylemeyi unuttum, bir şartım var.''
''nedir?..''
''hazır amasya'dayız bana deldiğin dağı gösterir misin?'' dedim. olur anlamında başını salladı. yorgan yastık alıp üst katta uyudum.
sabah beşte uyandım yanımda kimseler yoktu. kağıttaki numarayı aradım "the number you are calling is not used." dedi telesekreter. dışarı çıkıp yoldan geçen birine nerede olduğumu sordum,
''antakya.'' dedi.
16 Haziran 2017 Cuma
88. cevabını bildiğim sorular
ah bütün aşkların diyalektiği!
etki tepkiyi doğuruyormuş, neresinden baksan bu dünya yeni kötülüklere gebe. yeni kötülükler de başka kötülüklere, nerden bakarsan bak bu dünya kötülüğün kısır döngüsünde
oysa ben evimdeki tekli koltuklar ve boşa geçen günler arasında, bir battaniyeyle örtüp bütün güzellikleri, sana bakabilmek isterdim ve,
ve kendimi senden arta kalan bir hatıra olarak tavan arasında saklamak isterdim.
''bir insanın düşüşü ancak bu kadar sessiz olabilir.'' diye çatırdadı tavan yıkılmadan önce
neyden yapılmıştınız da benim sizinle mayam tutmadı ey insanlar!
aslanlarla tango yapmak istiyordum bana neden engel oldular?
''kolyen olabilir miyim?'' dedi biri bir kadına, bir insan bir insanı böyle sevmeliydi. bir insan bir insanı böyle mi sevmeliydi? bir insan bir insanı kolyen olabilir miyim diyecek kadar sevmeli miydi? bir gün cevabı değişir diye sustuğum sorular var, bunlar.
ah tanrım! en kalabalık şehrin arka sokağı gibiyim. hiçbir şeyi atlatamadığım ve bir yerden atlamadığım zamanlar üstümde olan şeyler bu giydiğim. ve yüz yıllık yalnızlığım şahidim, dünyalar kadar ağır ve bir kaç beden büyük paçalarımı yere sürerek yürüyorum.
gidecek yerin yoksa bütün yürüyüşlerin ağlayacak yer bulmak için değil miydi? toparlanmak için bir insanı beklerken nasıl da unutmuşuz,
insan, bir insana ancak deprem olabiliyor. sevgili kalbim, bu unutulacak şey miydi?!
etki tepkiyi doğuruyormuş, neresinden baksan bu dünya yeni kötülüklere gebe. yeni kötülükler de başka kötülüklere, nerden bakarsan bak bu dünya kötülüğün kısır döngüsünde
oysa ben evimdeki tekli koltuklar ve boşa geçen günler arasında, bir battaniyeyle örtüp bütün güzellikleri, sana bakabilmek isterdim ve,
ve kendimi senden arta kalan bir hatıra olarak tavan arasında saklamak isterdim.
''bir insanın düşüşü ancak bu kadar sessiz olabilir.'' diye çatırdadı tavan yıkılmadan önce
neyden yapılmıştınız da benim sizinle mayam tutmadı ey insanlar!
aslanlarla tango yapmak istiyordum bana neden engel oldular?
''kolyen olabilir miyim?'' dedi biri bir kadına, bir insan bir insanı böyle sevmeliydi. bir insan bir insanı böyle mi sevmeliydi? bir insan bir insanı kolyen olabilir miyim diyecek kadar sevmeli miydi? bir gün cevabı değişir diye sustuğum sorular var, bunlar.
ah tanrım! en kalabalık şehrin arka sokağı gibiyim. hiçbir şeyi atlatamadığım ve bir yerden atlamadığım zamanlar üstümde olan şeyler bu giydiğim. ve yüz yıllık yalnızlığım şahidim, dünyalar kadar ağır ve bir kaç beden büyük paçalarımı yere sürerek yürüyorum.
gidecek yerin yoksa bütün yürüyüşlerin ağlayacak yer bulmak için değil miydi? toparlanmak için bir insanı beklerken nasıl da unutmuşuz,
insan, bir insana ancak deprem olabiliyor. sevgili kalbim, bu unutulacak şey miydi?!
84-87. 02:59
84. pat
bir anda olur her şey, bekletmez insanı, pat diye olur. meselâ birisi gidecekse kapıyı açar ve pat diye gider, bir anda kapıya dönüşür. kırılacaksa pat diye yere düşer, un ufak olur. gelecekse çat kapı pat diye gelir, bir anda yanında olur. böyle oldu bu güne kadar. göz açıp kapayıncaya kadar giderler, kırarlar, kimisi geri gelir. pat diye.
85. insan, insanın yarasıdır
kapalı gişe bir oyuna kimsenin gelmemesi gibidir yalnızlık, oturup beklemek gerekir geride kalanları. belki bir sabah geç uyanmışsındır, belki de geç uyumuştun akşam. erken kalkanlar önünde değil, yol almamış hiçkimse. bir balkonda sigara içerken buluyorsun kendini. kendinle konuşuyorsun. insan nedir diyenlere, cevap arıyorsun kafanda. insan gerçekten nedir, yara bandı belki. insan aşktır, insan yolda yürümektir. insan manavdır. insan üç ayaklı sandalyedir, gazetedir, cazdır, kupürdür, beklemektir, sevmektir, oturup izlemektir, sigaradır, insan ipe sapa gelmez bir varlıktır. insan dediğin giderken bıraktığı ayak izinden ve dokunurken bıraktığı parmak izinden ibarettir, ve açtığı yara izlerinden. insan, insanın yarasıdır. kimse kimseyi tanımıyor. istediği saatte geliyor herkes, istediği saatte gidiyor. kimse kimseye dokunmuyor, görmüyor, bilmiyor. yalnızlık bu işte, her gün binlerce insan geçiyor yanından kimse dönüp bakmıyor kendisine. başını kaldırıp bakmıyor gökyüzüne. insan dediğin, üç su bardağı un ve iki adet yumurtadan kek yapar. kendini aşçı sanar. insan şarkı söyler oyuncu olur. insan ev yapar müteahhit olur. insan şarkı yazar besteci olur. ama insan insan olamıyor artık. ben bu yüzden yalnızım belki de, insanlar insanlıktan kaçtığı sürece, ben de insanlardan kaçıyor olacağım.
(4 Şubat 2017/ cumartesi.)
(4 Şubat 2017/ cumartesi.)
86. bilinmedik şeyler
bir trenin içinde, arkamda bırakamadıklarımı ve aklımdan geçenleri düşündüm. beklerken üzerimde biriken tozu ve külü temizleyip, nerede olduğumu anlamak için pencereden dışarıya baktım. tanımadığım bir şehirde, tanımadığım bir pencerenin kenarında, değişmeyen tek şeyin cebimde duran fotoğraf olduğunu farkettim. herkes koşmaktan bahsederken, beklemenin insanın üzerinde bıraktığı yorgunluğu orada anladım.
87. mektup
servet bey, birbirimizi tanımıyoruz biliyorum. İnsan hiç tanımadığı birine kendini anlatır mı demeyin lütfen. beni anlayacağınızı umuyorum. zira hiç arkadaşımın olmamasından dolayı tanımadığım birine kendimi anlatmak zorunda kaldım. kısa bir girizgahtan sonra hemen konuya geleceğim. bendeniz ünal. iki sandalyem, bir masam var. (kadife döşemeli, tabureleri andıran, seksenlerin başından kalma sandalyelerim. masamla uyumludur ama. masanın koyu rengi ile sandalyelerin döşemesi birbirini tamamlıyor.) evet, bu kadar değil tabii, sırtımdaki çantada biriktirdiğim anılar var ve söyleyemediğim bütün kelimeler de cebimde.
bu satırları yazarken, hiç tanımadığım birine yani size yazmış olmak beni hatrı sayılır ölçüde rahatlatıyor. insan kendini tanımadığı birine anlatırken daha rahat hissediyor. zira tanıdıklarım içinde alışılmadık derecede yabancıyım. tanışmadan önce daha çok tanıdığım insanlar var servet beyciğim, yemin edebilirim. size servet diyeceğim artık, umarım alınmazsın. hem o kadar ahbaplığımız olsun değil mi canım. kendimden bahsedeceğim biraz sana. üç çocuklu bir çekirdek familyanın ortancasıyım, pek gelenekçi olmamakla birlikte modernliğe de tam ayak uyduramamış biriyim. içkim yoktur, hafiften sigaram ve sana yazmak istediğim bir hadise var. asıl diyeceklerim bundan sonrasıdır, izninizle;
20 ocak salı günüydü. günlerim bir önceki günlerin benzeriydi. yine uyanıyordum, kalkıp üstümü giyiniyordum. ( füme, dedektifvari bir ceket, kemik rengi bir gömlek ve pantolon. ayakkabılar kahverengi, biraz boyası solmuş ama iş görüyordu o zamanlar. ) bir sigara içmek için balkona çıkıyordum. birden içime sığmayan bir şeyler hissettim, bir ateş gibi. sığamıyordum oturduğum yere, duramıyordum. sigarayı nasıl içtim hatırlamıyorum bile. dışarı attım kendimi, dar bir sokağa, kış havası vardı sokağın üstünde. bakkal refik lahanaları ıslatıyordu, fırıncılar daha yeni yeni ateşliyordu fırınları. hava neredeyse sıfır dereceye dayanmış, yağmur hafiften kendini göstermeye başlamıştı. karşıdan yaklaşan biri vardı, tanımam uzun sürmedi. ayten’i gördüm yanımdan hızlı adımlarla geçerken, beş bilemedin on saniye. o saatte... inanabiliyor musun servet? hava ısındı. sesini duymadım ama unutmamıştım tabii ki ayten’in sesini. hem nasıl unuturdum, bunun düşüncesi bile kalbimin sıkışmasına yetiyor baksana. beş saniyede; bir şarkı çalmaya başladı içimde, bir saniye bini böldü, dünya yeniden yaratıldı içimde. fark ettim ki ayten’i unutmak için çok erken, hatırlamak içinse çok geç. bak okyanuslar var içimde servet, boğulamıyorum. ellerimdeki yaralar kağıt kesikleri. bir yerde durup bekleyen her şeyin görünmez olduğunu nasıl da unutmuşum ben! sus diyorum bazen kendi kendime, sesimde çirkindir zaten. sus, insanlar konuşanları dinler, senin söyleyeceklerin var, anlamazlar. hava soğuk, kendime sarılıyorum. sen eski topraksın servet tabii üşümezsin. yürüyelim mi biraz, açılırsın hem. ben de ağlamam söz veriyorum. alışkanlıkları olan biriyimdir aslında, bakma ordan zincirsiz durduğuma. üzerime bol gelen ceketlerden, birkaç beden büyük hüzünlerden, sonu gelmeyen bekleyişlerden, uzun süren yolculuklardan ve ayten’den vazgeçemiyorum. sana yazmamın sebebi bu servet, yıllardır yürüdüğüm kaldırımlar artık beni ona götürmüyor. bitmeyen bir acı var, dinmeyen yağmur. beni yolun uzunluğundan çok, bir yere varamama korkusu bitiriyor. ve bu korku, hiç bitmiyor.
(12 Şubat 2017/ rımdan.)
15 Haziran 2017 Perşembe
83. fabrika
tutturmuş bahar rüzgarlarını cebimde saklayacağım diye
saçlarının arasında kuşları
kış olur diye
kış olur da umutsuz kalırsam
şarkılar söyleyecekmiş bana
bir fabrikanın kapısında
eski taşranın dar sokaklarında
tut ki düşüyorum dedim
tutabilecek misin diyalektiğe uygun bir biçimde
tozlu bir hayatın sayfalarını
aralayabilecek misin öksürmeden
tutturmuş avuçlarımda ıhlamur ve kekik saklayacağım diye
omzunda bir nehri gizlemiş
ah benim güzelim
fırtınalı bir havada
kuş sesleri beklermiş!
biliyorsun sen bakarken soyunamam der herkes
olmaz ki eğer
vazgeçmezsen
tutturmuş gözlerimle anlatacağım her şeyi diye
ağzını bıçak açmayacakmış
konuşsa anlaşılmayacağına emin
bu susmak da sayılmaz!
bu değil miydi zaten
dünyanın en haklı serzenişi
diyor ki şimdi
biz x ve y ekseninde
birbirini kesen iki doğruyduk
asla paralel değildik
fakat
kesişen iki doğru ancak ve ancak
kesişen iki doğru ancak ve ancak
bir kere kesişirdi.
82. benzodiazepin
içeri girdim, kulaklıklarımı çıkardım, masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekip oturdum. 4-5 kişiydik ve neden burada olduğumu bilmiyordum. hemen ''sekizinci kişi.''yi gördüm, yani bu oturumların yöneticisini. (aptalca bir isim takmış kendine, zaten dört beş kişiyiz sekiz nedir?) bir tek onu tanıyordum zaten, yanımda oturan esmer gözlüklü kıvırcık saçlı çocuk da pek yabancı gelmiyordu, veya diğer yanımdaki küt saçlı kumral kadın da yabancı değildi. anlaşılan birbirimize benzer yanlarımız vardı. sekizinci kişi konuşmaya başladı, az az fısıldaşanlar sesini kesti hemencecik. ben ofladım. herkes kendini tanıtmalı gibisinden bir şeyler söyledi. birileri ayağa kalkıp kendi 'etiketlerini' söylemeye başladı; isim, yaş, neden burada olduğu gibisinden. yanımdaki kıvırcık kalktı. pek bir şey söyleyemedi nedense, ismini biliyormuş sadece yaşını bilmiyormuş, sonra neden burada olduğu sorusuna gelince ''başka hastaların hasta ettiği insanlarız.'' dedi. ben hasta değildim, ismimi biliyordum, yaşımı, hangi ayda olduğumuzu ama hasta değildim bunu da biliyordum. kıvırcık oturdu. sıra bana geldi.
''merhaba, ben ibrâhim. şapkalı a ile...''
hep bir ağızdan, ''merhaba, şapkalı a ile ibrâhim.'' dediler, ürktüm.
''19 yaşımdayım, neden burada olduğumu bilmiyorum. günlerden perşembe, sanırım yaz mevsimi, biraz yorgunum. şu geçmeyen baş ağrımla ciddi düşünüyorum.''
biraz güldüler son söylediğime, ortalamanın altında bir espriydi. sekizinci kişi her ne olduysa sessizliğini bozdu,
''neden baş ağrınla ciddi düşünüyorsun, uzun zamandır mı orada?'' dedi. sanırım şakayı tek ciddiye alan oydu, her nüktenin altında bir gerçek yatar sözünden yola çıkmış olabilirdi ama sonuçta yine bana söz veriliyordu ve ben yine bir şeyleri anlatmaya çalışacaktım. ve bir şeyleri anlatmaya çalışmakla geçen zamanlarımı toplasam sanırım 18 yıl ederdi. zaten 19 yaşımda olduğumu düşürsek ve bu 1 yılın bebeklik dönemine ait olduğunu da düşünürsek ben insanlara hep bir şeyler anlatmaya çalıştım ve onlar hep bir şeyler anlamadı.
''baş ağrımla ciddi düşünüyorum çünkü uzun zamandır orada evet. migren var diye düşündüm doktora gittim fakat bir sonuç çıkmadı. oysa ben oradan 15 santimlik kocaman bir tümör çıkar diye bekliyordum. öyle değilmiş, bütün çektiğim ağrının hiçbir kaynağı yokmuş. yani bir şeyin yokluğundan dolayı ağrı çekiyormuşum. bu daha çok can yakıyor. ortada hiçbir şeyin olmadığını öğrenince hiç işim yokmuş gibi bir de sana hiç ait olmayan bir şeyi kaybetmenin de üzüntüsünü yaşadım.''
''sana hiç ait olmayan bir şeyi nasıl kaybedersin ki?'' dedi sekizinci kişi. sekizinci kişi, ah sekizinci kişi! seni bir gün elime geçirirsem kafana öyle sert bir yumruk atacağım ki annen bile bunu hissedecek.
''meselâ bir şeyin olmasını çok istersin, çok düşünürsün ve elinden gelen her şeyi yaparsın. fakat olmaz, buna üzülürsün meselâ.''
''evet, üzülürüm.''
''ama aslına bakarsan hiçbir şey olmamıştır, ortada hiçbir şey yokken yine hiçbir şey yoktur. hayat olduğu gibi devam ediyordur, kimsenin kimseye dönüp baktığı yoktur. yalnızca senin çektiğin üzüntü ve bu baş ağrısı hayatına eklenmiştir.''
''anladım.''
''gerçekten mi, ne anladın?''
''hayallerin için sarf ettiğin çabaya üzülüyorsun.''
''bok anladın, kendini beğenmiş sekizinci kişi. sarf ettiğim çabanın senin sıfatsız suratına kadar yolu var. hayaller önemli olan, gerçekleşmesi gerekli olanlar. bunlar yıkılması, suya düşmesi ihtimaller dahilinde olan hayaller, düşünceler değildi. gerçek olmalıydılar ve olamadılar. bütün hayallerim suya düştü, ardından suya atladım. boşa kürek çektim anlayacağın, boşa çektiğim kürekleri bir kenara bırakıp suya atladım. ben o suya atladım ve boğulmadım ki bilmiş bilmiş bakan suratını görüyorum.'' elimi vurdum masaya, ayağa kalktım, ''siktir!'' dedim. yumruğumu yavaşça açtım, tırnaklarım avucumun içine batmıştı. hafifçe kan süzülüyordu.
''bağlanma problemi var.''
''öfke problemi de.''
''anksiyetesi var. gelecekten hep kaygılı.''
''uyku bozukluğu, gözlerinin altı mor. en fazla üç saat uyumuştur.''
''paranoid'i var. benden kuşkulandı ve hemen saldırıya geçti.'' dedi sekizinci kişi. neler dönüyor bilmiyordum ama buradan uzaklaşmak istiyordum.
''panik bozukluğu var, eminim ki şimdi kaçmak istiyordur.'' dedi kıvırcık.
''siktir, siktir, siktir!'' dedim içimden, bunlar kimdi? nasıl bilebiliyorlardı beynimin içini? ayağıma bir fil dokundu masanın altından. bir şeyler fısıldadı, ''ylıikbnkskz'' gibi bir şeyler dedi.
fil ve masanın altı? artık kesinlikle bir şeyler döndüğünü biliyordum. sadri alışık'ı gördüm masanın diğer tarafında elinde sigarası ''spak üç çay çek bize ordan, demli olsun!'' diye bağırdı. spak'ı gördüm cidden çay demliyordu.
''hay anasını!'' dedim, elimle kafamı kaşıdım. hiçbir şey anlamıyordum, rüya mıydı bu?
''yok be oğlum ne rüyası basbayağı uyanıksın işte.'' diye yapıştırdı cevabı Hızır Aleyhisselam, bir iki saniyeye kalmadan. küfür etmemeye çalıştım, bir anda karşıma böyle geleceğe ayak uydurmuş elinde kahvesiyle dini kişiliklerin çıkmasına alışık değildim. Hızır (a.s)'dan uzaklaştım. ilk gördüğüm küt saçlı kadını buldum.
''panayır mı burası?'' dedim. bana baktı, ondan da uzaklaşmak zorunda kaldım. ilk gördüğüm kadın değildi bu, filiz akın'dı. sekizinci kişinin yanına gittim, neler döndüğünü sordum. bu sekizinci kişi, einstein'e mi benziyordu yoksa hep mi böyleydi hatırlamıyorum ama içimden kendisine şerefsiz, yavşak diye diye sayıp döktürüyordum.
''masanın altındaki fili dinle, anlayacaksın.'' dedi. masaya ulaşmaya çalıştım. 4 kişi bir anda 7 kişi olmuştu. birileri gidip geliyordu hâlâ. ramiz dayı'yı gördüm, bakkalı gördüm. masaya yetiştim, iki alman askeri ve bir fransız subayı masanın üstünde italyanca bir şeyler tartışıyordu önlerinde harita. eğildim hemen fili bulmaya çalıştım. 3 çocuk burada bir şeylerle oynuyordu, zar zor ilerlemek zorunda kaldım. bir şekilde aralarından geçip file ulaştım.
''ne oluyor burada?'' dedim file. sadece hortumunu salladı, fyoooliooo diye bir ses çıkardı.
''yalvarırım konuş, ben filce bilmiyorum.'' dedim.
''sana fısıldarken beni anlıyordun ama.'' dedi. doğru diyordu, bunlar nasıl oluyordu bilmiyorum ama altı dakika önce filceyi biliyordum sanırım ama şimdi ise bilmiyorum.
''tamam bir daha söyle bu defa anlayacağım.'' dedim kendimi zorladım.
''fyoooliooo!''
''ne! şizofren miyim?''
''hayır aptal, ikibinyüzkırksekiz yılındayız ve sen rüyalarıgerçeğedöndürmeodası içinde tek başına oturuyorsun. benzodiazepin etkisi yüzünden geçiçi hafıza kaybına uğradın.'' dedi.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


