31 Mayıs 2017 Çarşamba

51. eğikvangogh

ona bakmak acı veriyordu. bunu bir kafede otururken çocuk yaşta bir garsondan sade kahve isterken fark ettim. ona bakmak acı veriyordu, ve inanılmaz güzel gülüyordu. çocuk ''ne istersiniz?'' diye sorduğunda aceleyle ikisadekahve anlamına gelecek birkaç şey söyledim. saat ikiye geliyordu ve kafe giderek kalabalıklaşmaya başlamıştı. burasının yeni açıldığı belliydi, dışarıda daha ambalajı üstünde üç beş tane ahşap renkli sandalye, iki masa, duvarda eğik bir tablo... van gogh bu kadar eğik durmak istemiş midir acaba diye düşünmeden edemedim. sonra masanın üstünde ellerini nereye koyacağını bilemeyen bir yarıtanrı gibi duran z. vardı. saçları omzundan aşağı bir nehir gibi dökülüyordu, boynunda incecik bir kolye, parmaklarının arasında titrek bir sigara dumanı... hiç yağmur yağmayan bir şehire yağmur yağdırabilmiştik. kahvenin gelmesi ne kadar uzun sürdü, ben bu kadar şeyi düşenecek zamanı nerden bulabildim? karşımda duruyordu, ve öylece karşımda durmaya devam ederse kalkıp sarılacaktım. uzunca sessizlik olmuştu, ve daha konuşmamıştık bile. kafeye girdiğimizden beri sadece garson çocuk siparişi alırken bir kaç kelime edilmişti ve onu da ben söylemiştim. z.'nin kahvesini nasıl içtiğini adım gibi biliyordum ve bunu ne kadar iyi bildiğimi göstermek istercesine iki saniyede cevabı vermiştim. hâlâ susuyorduk, böyle devam ederse gün sonuna kadar sadece kahve içmiş ve karşı karşıya oturmuş olacaktık. bir kaç başarısız konuşma denemesinden sonra ''kahveler..'' dedi çocuk. kahvelerin yanına da bir şişe su ve biraz da çikolata konuldu. yavaş yavaş içtim kahvemi. sadece daha uzun süre bakmak istiyordum z.'ye. sadece daha uzun süre görmek, kolyenin pozisyonunu kafama kazımak, saçlarının dağınıklığının ne kadar güzel olduğunu otuzyıl sonra da hatırlayabilmek istiyorum. daha da yavaş içtim. hâlâ tek kelime etmedik. benim aklımdan bu kadar şey geçerken, kendisi ne yapıyordu acaba, ne düşünüyordu? bunun hakkında hiçbir fikrim yoktu ama orada öylece dururken bile dünyayı değiştirmeye gücünün yeteceğini bilmiyordu. güzel olduğunu bilmeden güzel duranı seviyordum ve z. bunun tam karşılığıydı. ona bakmak acı veriyordu, çünkü bunun bir sürekliliği yoktu. dışarıdaki insanlarla yirmidörtsaat yan yana olmak zorundaydım fakat z.'yi görebilmek için üç dolmuş, bir tren, dört otobüs, on köprü ve iki şehir değiştirmem gerekiyordu. her gün onunla yolda, kafede, kaldırımda, sıralarda, koridorlarda ve daha bir sürü yerde karşılaşabilen insanlar vardı ama ben onlardan biri değildim. ve onlardan hiçbiri onun ne denli büyük bir mucize olduğunu anlamayacaklar. burada, yamuk van gogh tablolu kafede, hâlâ hiç konuşmamışken kahvelerimizi bitirdik. hesabı ödedim. 
''olur mu öyle şey, hesabı ödedim ne?'' dedi z. 
duraksadım, ben hangi kelime ile konuşmaya başlasam diye düşünürken bir anda konuşmuş olduk. 
''ne olacak altı üstü iki kahve.'' dedim. bir şeyler daha söylemem gerektiğini yoksa kendi kendine başlayan konuşmayı bir anda bıçak gibi kesmiş olacağımı fark ettim, ''nasılsın, neler yapıyorsun? uzun zamandır konuşamadık.'' diye geveledim hızlıca. 
''hiç. fakülteye gidiyorum. bir kaç arkadaş edindim. sen nasılsın?''
''bıraktığın gibi.''
''nasıl yani, dört yıldır neler oldu meselâ, ne yaptın?''
''fakülteye devam ediyorum. hani sana bir kitap vermiştim ya, dört yıl önce. çocuk, kız ve dede vardı. kitabın sonunda çocuğun dedesi ölüyordu, kız da gidiyordu. sonumuz umarım böyle olmaz demiştim... hatırladın mı?'' dedim. duraksadı, bir an bütün o geçen dört yıl gözlerinin önünden aktı, yüzünün rengi değişti, hafif somurttu biraz güldü. sonun da çok önemli bir şeyi bulmuş gibi ''evet!'' dedi. ''hatırladım!''
''evet, o kitabı sana verirken çok düşündüm. bazı şeyleri insan izah edemez ama gerçekleşecek gibi hisseder ya, aynen öyleydi o kitap benim için. sen gittikten sonra dedem öldü benim. annem çok ağladı, babam anneme hep destek olmaya çalıştı. ben tek başıma dayanmaya çalıştım, ve o kitabın sonunun gerçek olduğunu o zaman hissettim. elimden bir şey gelmedi z. insanın elinden bir şey gelmemesi de ölmek sayılmaz mı ha?''
sustu, gözleri doldu. ''özür dilerim'' dedi. kalktı masadan, elini yüzünü yıkadı. ben hâlâ duvardaki eğik van gogh'a bakıyordum. bir anda bir şeyler duydum, 
''bak, gördün mü?'' dedi. az önce gerçekten o soluk mavi renki duvardaki eğikvangogh mu konuştu. 
''evet, ben konuşuyorum. ağlattın z.'yi işte. senin diğer insanlardan ne farkın kaldı ibrahim? sen de insanlara dokunmayı bilmiyorsun. hafifçe dokunmak isterken şiddetle kırıyorsun.'' 
ne diyeceğimi bilemedim. hem kafede bunca insan varken eğikvangogh'la konuşmak delilik kanıtı olarak gerektiği zaman savcılığa gösterilebilirdi. eğikvangogh'un söylediklerini düşünerek bekledim. z. geldi. içindeki ağlamaiçgüdüsünü bastırmak istercesine buruk bir gülümseme takındı yüzüne. sustuk, kahvelerimizin bitmesine ve yeni bir sipariş vermememize bağlı kasada oturan bize kızgın gözlerle bakıyordu. toparlandık, basık dar bir kapıdan ve aynı onun gibi basık dar bir yoldan kaldırıma çıktık. yağmur yağıyordu ve z.'nin gözlerini görmekte zorlanıyordum. geri geri yürümek istedim çünkü eğer geri adımlarla yürüyüp düşmemeyi başarırsam z.'nin gözlerine tren istasyonuna kadar bakabilecektim. bir iki denememde düşecek gibi olunca bıraktım. yine uzun bir sessizlik olmuştu, hayır bu sessizliklerde güzeldi ama olsun. onun sesini duymak istiyordum, klasik konuşmayı yeni öğrenen yirmi yaşında bir insan gibi hafif öksürdüm, sesimi düzelttim.
''z.?''
''hı-??'' 
''birlikte yürüdüğümüz bu iki adımlık sokakta dünyayı dolaştım ben.'' dedim.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

45-50. hazırlıksız yakalanmamak için her şeyi düşünmek

45. mükremin çıtır'dan hallice

sen hiç kaplumbağaları düşündün mü? ben bir içki masasında düşündüm, yavaş ve sık adımlarla bir yerden bir yere gitmeyi. bir kaplumbağa edasıyla oturduğum sandalyeden kalktım. kaçmaya çalıştım ama kaçmaya çalıştığım şeylerin benden hızlı olması ne kötü, kaçamadım. 
sen hiç kuşları düşündün mü? ben düşündüm, bir kadının en tepesinden düşüyordum. insan evriminin en büyük hatasının az gelişmiş kanatlara sahip olmasıdır dedim. kenarına geldiğim hayattan, daracık bir yoldan yaşamaya devam ettim. 

şimdi birlikte oturup bütün hayvanları düşünebiliriz. burayı bir hayvanat bahçesine dönüştürürüz belki, ama düşünmeyelim. hem senin de buna zamanın yoktur, benim de aklım bir karış havada. bir trenle sana geleyim ben, yaşamanın bir yolunu buluruz zaten. 

46. ırmaklar ve çiçekler

sen hiç ırmakları düşündün mü? ben düşündüm, hayatın akıntısına kapıldığımda göğsümün üstünde taşlar birikti. yağmur bulutları vardı gökyüzünde. çok almanyavari ve uzunca bakarsan seni ağlatacak bulutlar... uzunca baktım, içime doğru ağladım kimseler görmedi, yoksa yağmur bulutları içimde miydi?

sen hiç çiçekleri düşündün mü? ben düşündüm erguvan ağaçları bile eski filmlerde renksizdi. gökyüzü bile akşamları siyah... içimi bir sıkıntı kapladı, göğsümün üstüne bir fil oturmuş gibi hissettim. sanki bir kaplumbağa bir fili boğuyor, ben de can havliyle sana kaçıyorum. kendi bahçemden kopardığım çiçekleri, sana getiriyorum. 

47. insan dediğin, başka insanın denizidir

sen hiç dalgaları düşündün mü? ne kadar kolay boğabilirdi beni. ama baksana, radyo dalgaları, tsunamiler filan... ölmüyorum. insan kendi içindeki okyanusta yaşayabilir zaten, başkasının sığ sularında boğulur.

48. unutulmaya yüz tutmuş küller

geçenlerde eski bir arkadaşı gördüm, kim olduğunu hatırlayamadım halimi hatırımı sordu.

''iyiyim.'' dedim.

''eskiden gülerdin sen? ne çabuk unutmuşsun!'' dedi. 

fark ettim ki insan geçmişini hatırlayınca, ne kadar kaybettiğini daha iyi anlıyordu.

49. bir otobüs dolusu hüzün, ve yüzün

sen hiç gidişleri düşündün mü? ben düşünmedim, ağlarım diye korktum. büyük yıkıntılardan kurtulmak için daha büyük yıkıntılar tasarladım beynimin içinde. sen gittin, ben senin gidişini düşünmemek için bir otobüs dolusu babanın çocuklarından ayrı düşmesini düşündüm. sen ağladın, ben sırılsıklam ıslandığım ilk yağmuru düşündüm. (öylece bir fotoğrafın karşıma çıktığında ölü bir çocuğunun gülüşünün fotoğraflarda kaldığını düşündüm.) her gün kalkıp ölümü düşündüm, gerçekten öldüklerinde hazırlıksız yakalanmamak için aynı insanları bin defa öldürdüm düşlerimde.

50. deli gibi akıllı

deli gibi akıllı bir arkadaşım vardı. bir gün durup dururken ''neden?'' dedi. ''neden öleceğini bile bile hâlâ birini sevginle hayatta tutabileceğini düşünüyorsun? nasıl fark edecek seni bunca kalabalığın içinde?''

''ben bu tiyatroda perdeyim, oyun bitmeden önce kimse beni fark etmez.'' dedim, zaten o da anlamadı.

istedim ki insanlar beni can kırıklarımla hatırlasın. çünkü ne kadar yüksekten düştüğümün bir önemi yoktu, beni tekrar ve tekrar düşeceğimi bilmek yıkıyordu.

28 Mayıs 2017 Pazar

44. doksan derece dik dur

ezilmişsin. bu hayatın akışı içinde, yaşamak koşuşturmasında kaybolmuşsun. omzuna çarpıp geçenler seni dağıtmış. sırtında ağırlığınca dünya yükü varken dik dur demişler sana. hâlbuki sen yol gibi koordinat düzleminde birine ulaşmaya çalışırken, yine de dik dur demişler. duvar olmuşsun, bütün yollara, insanlara doksan derece dik durmuşsun. duvar olmuşsun ki ben ne zaman o koordinat düzleminde x ve y'nin arasından sıyrılıp sana gelmeye çalıştıysam dik bir duvara uğramışım. bâtıl inançlarım yok ama ne zaman o duvarala karşılaştıysam... inançlı gözlerle bakmışım, umutla dokunmuşum.

26 Mayıs 2017 Cuma

42-43. bir dehlizden geçiyoruz

42. füsun ve sevgi kalibresi

kapılarımı kapattım füsun, pencerelerimi de kapattım. dışarıdaki dünya beni yoruyor dışarıda dursun. sonu gelmez dediğim her şeyin sonuna geldim. bir kaç yılı bir kaç saniye gibi yaşamaktan öteye gidemeyen ve akıntıya karşı yaşamaya çalışmakla geçen bir ömrüm oldu. her gün denizi ve gökyüzünü gördüğüm balkonumdan bir yaprak gibi savrularak yaşadım. 

bir gün bir iki saniyelik bakışmaların, saatlerce süren konuşmalardan daha etkili olduğunu fark ettim füsun. saniyelik bir gülüşten sızan inci tanesi kadar bir diş, bir kartopu gibi büyüyerek zihnimi ele geçirdi. ve bahar geldiğinde ise, karlar eriyip yüreğimin en gizli dehlizlerinden içime kadar sızdı.  boğulmadım, sadece hatırladım: sel geçer, taşlar kalır. unutma füsun; bazen nefes almakta güçlük çekebiliriz, fakat göğsünde kocaman bir taş taşımak bunu gerektirir.

bir hatıradan çıkıp diğerine koşmakla geçti ömrüm. içimde kırılan onca şeye rağmen bu koltukta tek parça oturdum. her gün bir önceki günün geniş özeti gibi geçerken ben olanlara bir kağıt parçası gibi katlanıyordum. dışarıda yalancı coşkusuyla bir nehir gibi dünya... birbirlerine plastik çiçekler veren insanlar, ve maske altından gülümseyenler. bir insanın bir insana duyduğu sevgiye inanmak bana güç geliyor füsun. çıkarsız, hesapsız... bir çocuk gibi sevmek bir insanı, mümkün müydü? kâr zarar çatışmasına girmeksizin, birini yeniden yaşamaya heveslendirebilecek kadar sevmek. kulağa hoş gelsede bir piyano sesinden öteye gidemez bu sevgi kalibresinin mümkünlüğü. 

kalabalığa karışmanın korkutucu bir yalnızlığı vardı füsun. bazen her şeye uzaktan bakıyormuş gibi hissediyorum, kendime bile. buruk bir tebessümle bakıyorum dünyaya üzgün üzgün. bir şeye ya da birine küskün gibi yürüdüm sokakları. bir kaç anıya zımbalanmış hayatımın, boş kağıt yaprağı gibi diğer bütün kağıtların arasından ayrılıp aşağıya düşüşünü bir derin iç çekişle seyrettim.

yirmi yıldır yaşamanın hiçbir faydasını görmedim. meselâ dokunduğum şeylerin kırılışını gördüm, sevdiğim her şeyin bir anda görünmezlik pelerinlerini giyip kaybolduklarını. uzun uzun bakmayı öğrendim, fotoğraflara dalıp gitmeyi. insanın fotoğraflara bakarken dalıp gitmesi de boğulmaktır füsun, anla. anla geçmişe takılıp kalınca, bugüne de yarına da yetişemiyor insan.

çocukluğum. yangınların sadece dağların tepelerinden göründüğü zamanlardan, daha baharı görmeden başka bir kışa hazırlandığım zamanlara gelmişim. anladım ki büyüyerek çocukluk etmişim. eskiden pencerelerden sarkar, balkonlarda koşardım. şimdi ise azıcık yaklaşsam atlayacak gibi oluyorum. işin kötü yanı ne biliyor musun füsun? kendimi tutmak zorundayım, çünkü atlarsam kendimi yine kendim tutmak zorunda kalacağım. hiçkimse yok etrafımda ve ben dahil yokum. zarif bir çiçeğin ve titanyum zırhlı tankın aynı yerde olduğu bu dünyada insan olmaktan çok, her gün karşısına geçip saçlarını topladığın ayna olmak isterdim. 

her şey üst üste geldi ve ben altında kaldım. bir film şeridinin birbirine dolandığı yerdi hayatım. ağzımda binlerce cümle birikti, fakat hiçbirinin bir ırmak gibi ağzımdan dökülmesine izin vermedim. çünkü burası insanların birbirlerine sadece kırarak dokunduğu bir dünyaydı. 

kıdemli bir hüzün kuşanıp, eni ve boyu belli sevgilerin yanından geçtim. kimsenin hayatına çarpmadan yürüdüm bu dünyada. üstünü çizemediğim şeylerin altını çizdim. fakat hiç değişmedim, sadece yıprandım. kimseyi, hiçbir şeyi değiştirmeye gücüm yetmedi. kalktım masadaki bardağın yerini değiştirdim. eni ve boyu belli ölümlerin yanından geçtim, geçtim, geçtim.

hatırlanmak için unutulmak gerekir füsun, bekleyen her şey tozlanır. hafifçe dokunmak isteyen herkes kırar. şuraya içten gelen bir âh bırakıyorum. içimden, ağzımı yakan sıcak bir âh. ve son olarak diyecek olursam, bizi birbirimize bağlayan şu ip; dolandı, düğümlendi, inceldi. ama asla kopmadı.

43. golha

''yaşamak inancı olmayan için yüktür.''

''sen sırtını doğrultamıyorsun be adaşım.''

21 Mayıs 2017 Pazar

41. emekli dalgıç

2015 yazı. eskiden ellerimi iki yana açıp koştuğum sokaklara sığamadığımı, nefes alamadığımı fark etmiştim ilk o zaman. kaçtım, şehirler değiştirdim. ardıma bakmadan kendimden kaçarken sana çarptım ve bir daha toparlanamadım.

bir yazlığımız vardı, hayatımda bir defa gittim o da 2015 yazındaydı. hava kupkuru, aldığım nefes boğazımı yakıyordu. günü boş boş, önce bir gölge arayarak sonra oradan sıkılıp başka bir gölge arayarak geçirdim. akşamında ali abiyle tanıştım.

ali abi sabahları balık tutardı. en şaşalı özelliği fırında ne zaman sıcak ekmek çıktığını ezbere bilirdi, hızlı hızlı sigara içerdi.


sigarası iki üç çekişte biterdi hep. merak etmişimdir nasıl oluyor diye. sordum bir gün, "emekli dalgıçım." dedi.

"neden emekli oldun?" dedim.

"oksijen tüpüm patladı bir ara, nefes alamadım."

"boğuldun yani biraz."

"boğuldum. ama, boğulmakla bir alakası yok. insanın boğulmak için suya ihtiyacı yok. her gün şu kahve bardağında boğuluyorum zaten, öyle ortalama bir boşluğa bakarken dalıp giden de boğuluyor."

"bana kalsa açık havada bile oksijen tüpü takılmalı." dedim. 
"nefes alamıyorum çoğu zaman. ne diyorsun ali abi? normal bu değil mi, şöyle fazla değil kendi payıma düştüğü kadar derin bir nefes alsam bile boğazımda kalacak gibi hissediyorum."

"normal, normaldir herhalde."

elindeki sıcak ekmeği bitirdi, ayağının altındaki otları yoldu biraz. saat sabaha geliyordu. levrekler en fazla bu saatlerde oluyor deyip gitti. bir iki arkadaşın yanına uğradım çoğu zil zurna sarhoş. patlak ampullerle dolu salona geçtim. burada, beş metrekarelik iki çekyatlı salonda, o patlak ampuller kadar anlamsız olduğumu hissettim. aldırmadım, boş adımlarla devam ettim.

"nerde kaldın lan, sattın mı bizi?" dedi murat. elinde birası, diğer elinde yarım dişlenmiş elması. zig-zag çizerek geldi yanıma.

"sattım birader, biralar nerde?"

"şurada." dedi. bütün görevi, hayattaki misyonu buymuş gibi eliyle işaret etti biraları. sonra yana devrildi sızdı.


bir boşluk bulup oturdum. o gün o bira şişesinde boğuldum. keşke oksijen tüpüm olsaydı dedim. ve keşke sana bakarken dalıp gittiğim için boğulmuş olsaydım.

40. pollyanna

belki de her şeyin tam da böyle olması gerekiyordu. üstündeki tozlardan kurtulman için savrulman gerekiyordu. veya hep aradığın kitabı bulabilmen için rafların dökülmesi, su borusunun patlak olduğunu anlaman için de o duvarın yıkılması gerekiyordu.

20 Mayıs 2017 Cumartesi

39. ahmet sence ben deli miyim

sabah alelacele aldığım tren biletiyle gittim. aklımdaki bir otoban dolusu gürültüden uzaklaşmak için treni seçmiştim ama uzaklaşmak istediğim şeyler aklımda olunca ters yöne doğru koşmam da fayda etmiyordu. yanımda etrafımda bir dolu insan arasından birini seçip gideceğim yere yol tarifi aldım. 

otururken aklıma tanıdığım bir terzi geldi. hayatında hiç dikiş tutturamamıştı, ne zaman dikiş makinesini bassa eline vururdu. sonu hiçbir yere bağlanmayan sadri alışık filmlerini düşündüm. mahalleden saffet tek ayağıyla yüz metre şampiyonu olmuştu.(bunu terzi ile sadri alışık'ın arasına sıkıştırıp düşündüm.) alkolik nezaketi diye bir şey vardı. ben ne zaman içsem, hemen telefona sarılır senin halini hatrını sorar kapatırdım. ayılırdım sonra bir iki küfrederdim, bir efes daha içerdim. onbeş yaşında aşık olmuştum. sonra büyüdüm. stereo bir ses geldi hoparlörden, trenden hızlı adımlarla indim.

çok bilinen şeyler vardır her şehirde. birinin önünde seni beklemeye başladım. tam beklemeye alışacaktım ki çıkıp geldin. (yine söyleyeceğim: her zaman böyle olur. ne zaman bir şeye alışmaya başlarsam onu kaybederim, düzen değişir ve ben o boşluk hissiyle kalırım. mesela boş bir masa beni rahatsız etmez ama sen gelip üstüne bir vazo koyup sonra onu alıp gidersen bu defa o boşluk beni öldürür.)

hiç bilmediğimiz bir şehirde ne yapabiliriz ki susmaktan başka, sustuk. o kadar güzel susuyordun ki konuşmak rahatsızlık veriyordu. yağmur hafif çiselemeye başladı önce, üç saniye geçmeden sağanak patlak verdi. herkes koşuşturuyordu. biz alelade bir durak bulup oturmuş, ıslak ceketlerle bekliyorduk. o an saçların dağınık, yüzünde makyaj yoktu. denizine akan bir nehir gibi döküldüm sana.

yüzüme yediğim suyla kendime geldim. ''iki saattir bu bankta oturuyorsun, ismin ne senin?'' dedi adını önceden öğrendiğim ahmet.

''ibrahim.'' dedim.

''elindeki ne?''

''tren bileti.''

''ölü bir çocuğun gülüşü nerede kalır?''

''fotoğraflarda.''

kendi kendine konuşmaya başladı adını önceden öğrendiğim ahmet. bir iki yürüdü, bana baktı. elini çenesine dayayıp düşünmeye çalıştı.  ''ne isterdin bu hayattan?'' dedi.

''sigarası bittiği anda dolmuşu gelenler kadar şanslı olmayı.''

''benim ismim ne?''

''ahmet.''

''nasıl bildin, bana da öğret.''

''boşver.''

''yaşıyor musun?''

''hayır, nefes alıyorum.''

''geçen yine burda gördüm seni, küfür ediyordun.''

''zorladığım ama bir türlü açamadığım otobüs camları var.''

''sevdiğin var mı?''

''var.''

''nerede?''

''yanımda. her sabah her öğlen her akşam. şu an bile. yemeğimi bile birlikte yiyoruz, hep yanımda, ben ne zaman küfür etsem bana kızıyor, çok içersem üzülüyor. sınavlarda bana kopya veriyor. geç uyuduğumda sabah kendisi uyandırıyor. az önce buradaydı meselâ, sen gelince gitti sanırım.''

''evet, gitti.''

''ahmet sence ben deli miyim?''

cevap gelmedi. sanki bir anda bankın tahtalarının birine dönüşüp gözden kaybolmuştu. herkes bir bir yok oldu. önce sevdiklerim, sonra bakkalın oğlu mahmut, fırıncı aytaç abi, şimdide adını önceden öğrendiğim ahmet. 

sonra uyandım, bir ceket aldım üstüme, tren bileti almaya istasyona gittim. terziyi gördüm yolda, saffet'i gördüm. sadri alışık'ı bile gördüm!

2017/adana


38. rigor mortis

ölüm katılığı geride kalanlarda oluyor biliyor musun, ölenler taş kesmiyor. dedem öldü benim, pamuk gibiydi. bembeyaz bir kefene sarıp üstünü kapattılar. annemin kalbi katılaştı, daha az güldü daha az saçlarını taradı. yüzü soldu, boş duvarlara bakmaya başladı. babamın sesi katılaştı sonra, bıçak gibi oldu,. ne zaman bir şeyler dese beni yaraladı. dayımın ayakları katılaştı. yavaş yavaş, sanki bir şeye ya da birine küskün gibi yürüdü bütün sokakları.

35-37. lokal incinmeler

35. alzheimer

seni unuttuğum gün, seni sevmeye yeniden başlayacağım.

36. nereliyim?

bir yere ya da bir şehre ait değilim. ''memleketin neresi?'' diye sorsalar senin yanını gösteririm. ve aynı şekilde senin olmadığın şehirde otoban kenarında açan çiçekler kadar eğreti dururum.

37. sınırı belli olmayan çerçeve

seni sevmek bir çerçeve gibi ve ben bu çerçevenin dışına çıkamıyorum. bu çerçevenin içine koyduğumuz fotoğraf da önemli ama birlikte hiçbir kadraja da sığamıyoruz.

14 Mayıs 2017 Pazar

34. boş bir sandalye ile yalnız insan benzerliği

komşular benden şikayetçi oldu. evden bağırışmalar geliyormuş. polis arama yaptı bütün gece evde. iki paket sigarayla biraz bozukluk bir de lastik toka buldular. bense boş bir sandalye bulup oturmuştum bile. ''kaç kişi kalıyorsunuz burda?'' diye sordu bana. 

''bir.'' dedim. "yalnızım."

''lan oğlum o kadar komşu neden şikayet etti seni o zaman?''

''bilmem abi, kendilerine sor.''

iyicenine küfür savurdu bana. çıktı gitti sonra zaten. ''it oğlu itler.'' dedim. canım sigara çekmişti, ama onu da alıp götürdüler hepsiyle birlikte.

bir kadınla konuşmuştum bir iki gün önce. sözleşmiştik bugün görüşecektik. kafamız uyuşuyordu. dedemin mezarına götürmüştüm. bir bira içmiştik, bir de şu aptal denize iki taş atmıştık. kitap okurdu, dostoyevski filan bilirdi yani. erguvan ağaçlarını sevmezdi, dünyaya göre fazla renkliymiş. 

sigaradan rahatsız olabileceğini düşünmüş ve sigara içmemiştim onun yanında. bir sonraki gün onu görmeden önce parfüm filan sıktım güzel olur dedim, hem sigara kokusu da gider. bir yere geçtik oturduk, pek konuşmadık belki kafamız ayık diyedir. sonra ''sigara içer misin?'' dedi. bir dal içtim orda. parfüm kokusuna sigara kokusu girdi, leş gibi bir şey oldu. zaten hep böyle oluyordu, ne zaman güzel bir şey yapmak istesem hemen oracıkta olaylar daha kötüye giderdi. boka sarardı. konuştuk saati belirledik. öpmedim ayılırken. bugün öpecektim.

bir kahvede beklemeye başladım. yolu gören bir yerde oturdum, geçen dolmuşları saymaya başladım. beş, altı... yan masada kağıt oynayanlardan biri ''sen muhasebeci misin?'' dedi.

''hayır değilim. yaşadığımı kanıtlamak için sayıyorum, yerimde saymadığımı herkese göstermek için. bak bugün oniki sigara, iki çay, altı bira içtim. dört kere de iç çekiş. yaşıyorum işte. altıbinüçyüz kere nefes aldım uyandığımdan beri. ağzımda da hava aldıkça sızlayan bir diş var.''

adam deli olduğumu zanneti ki önüne döndü hemen. oysa sadece anlaşılmak istiyordum, anlamadılar.
otuzaltı, otuzyedi...
o gün kimse dolmuştan inmedi. yanıma gelmedi. yan masa kağıtçılarından biri arkadaşını hile yaptığı için vurdu. komşu saif abi karısıyla tartışırken aşağı düştü iki elini kırdı. o ibne dolmuşçulardan birinin arabası takla attı.

diğer gün de bekledim aynı yerde. kahve bomboştu, onu ilk gördüğüm yere gittim. erguvan ağaçlarını kesmişler. ''orospu çocukları.'' dedim, güzel ağaçlardı. ölmeyi haketmiyorlardı. kesik gövdelere bakışımdan olacak, bir çocuk fırladı kenardan bir şeyler söyledi.

"çok yaşlı olduklari için kesmişler abi." dedi.

"nerden anlamışlar?"

"kesince, kesince görmüşler çok yaşlıymış."

siktir lan. insanoğlu hep aynıdır, önce kırar sonra kendini haklı çıkarmak için sebep arar. oysa sadece sessizce otursa ve gözlerimin içine baksa ben affederdim zaten. 

bira içtiğimiz yerde kırık iki şişe bira buldum. biriyle elimi kestim istemeden. dedemin mezarına gittim. koca koca çam ağaçlarını ne zaman görsem içim titrerdi. küçükken hep bu çam ağaçları güneşi kapatıyor diye dedemin geri uyanmadığını zannederdim. ağız dolusu söverdim çam ağaçlarına o zamandan.

dedemle ben adaştık, mezarına bakınca kendi adımı soyadımı okurdum. ölüm tarihi. doğum tarihi. dostoyevski okudum mezarın başında. yeraltından notlar. ne kadar anlamlı! 

sonra onu gördüm ileride. elinin tersiyle gözündeki yaşı sildi. ''ne var?'' dedi.

''bekledim seni işte. hani görüşecektik?''

''beni çok geç buldun. tahminimden geç, umduğumdan erken.''

''aramamı mı istiyordun?''

''vuracaktım kendimi.''

''iyi ki erken gelmişim o zaman.''

''hayır, erken gelmedin. ben tetiği çektim. silah tutukluk yaptı. ne kadar klişe değil mi? geç kaldın, beni sen öldürdün! oysa kurtarabilirdin.''

gitti, dönüp arkasına bakar dedim. bakmadı. iki gün sonra da ben kafama sıktım, silah tutukluk yaptı. ama o gelmedi, geç ya da erken. gelmedi. boş bir sandalyeye oturdum. kimse yoktu yanımda. boş bir sandalyeye dönüştüm

sonra komşunun biri şikayetçi oldu, sandalyeden bağırışmalar geliyormuş. akıl hastanesine götürdüler onu da.