izlenimler, madde 2: dilaver gündoğdu, yeniden doğdu.
hastaneye yetiştirmeye çalıştılar beni. adımı söylemeyeceğim artık, çok düşündüm. bir kaç kelimeyi insana zımbalamanın bir manası yok, ben kendimim. adım dilaver fakat orjinalde ne olduğunu bilmiyorum. herkesin adı vardı, sürü psikolojisiyle ben de bir isim uydurdum. Le Bon bunu uygun görmüştü zamanında, sürü atlıyor diye koyunun sürünün peşinden atlamasını. ben sürüden ayrıldım, kendi başıma atladım. ''adım dilaver, kendime verdiğim sözleri tutamam.''
hastanede güzel bir hemşireye aşık oldum, ellerimin titremesi kesilmişti. fakat bunun sebebi morfin de olabilirdi. iki ve üçüncü costalarımın arasından bir domdom kurşunu çıkardılar. derine gidememiş, taş gibi kalbim durdurmuş onu, altı dikiş attılar. oysa göğüs kafesimde bir pencere varmış gibi hissediyordum daha önce, yani dikişten hemen önce. gün batımının sıcaklığını ve hiçbir yere gidememenin verdiği acının burukluğunu hissediyordum. birden pencereyi çekmişler gibi oldu fakat, daha öncesinde, belki çok daha öncesinden o pencereden atlamıştım. kafamdaki pencerelerden ona doğru. hayal meyal hatırlar gibi oldum sol ayağımı hastanenin otomatik kapısından dışarı doğru atarken, hayal meyal düşüşümü ve sonrası. demiştim kendi kendime, ''kendine verdiğin sözleri tutamayıp, başkalarının sözlerine tutunduğun için bu düşüşün.''
hayır, kendi kendime konuşuyorum her zamanki gibi. bir gün boyunca, hiç kimseyle konuşmadan jimi hendrix dinleyip kendi iç savaşlarımdan yaralı çıktığım oldu. ve nasıl oluyor hiç aklım almadı, bir çiçeğe dokunmak için yavaşlayan ben, kendi kendimi yiyordum. bir sigara içtim, sonra bir tane daha. hastaneden sadece beş adım uzaklaştım. otobüs durağına geldiğimde durdum, saat gece iki buçuk, sokaklar ve daha fazlası, gözünün alabildiğine sessizlik, somutlaşan, ağırlaşan, gitgide çöken bir hava. bu ağırlığı yeniden hissetmeye başlamıştım. hastaneye dönebilir ve bunun sebebinin araştırılması için muayene olabilirdim, fakat önümden bir tren gibi geçti. hızlı, kendinden emin ve bir sonraki adımını hesaplamış. üstünde binlerce kez çalışılmış bir konuşma gibi güzeldi. peşine takıldım, bir insan gecenin ikisinde hızlı adımlarla nereye giderdi? ''düşünme, içinden çıkamıyorsun. dışarıya dön, zamanın kısıtlı, sol ayak, sağ ayak, sol ayak, aferin. nr demişti nilgün marmara, "üzgün adım, ileri marş!" sola döndü, virajı al. arkasını dönecek şimdi, seni görürse ne yapacaksın dilaver günbattı? çarpık bir gülümsemeyle selam mı vereceksin, yoksa topuklayacak mısın biraderim? düşünme, düşünme, düşünme. sayın kol saati, sen ne diyorsun? devam mı tamam mı, ağlıyor. ne, ağlıyor mu? neden buraya geldik ki, neden tam şu saniye tam buradayım,dünyaya bir sokağın kenarında ağlayan bir kadını takip etmek için gelmemiştim sanırım, yani tanrının amacı bu olamazdı. hass... düşünme, düşünme, düşünm..''
bir an izini kaybettim. sonra bir vitrindeki giyside ona rastladım. kendime yakıştıramıyorum aslında bir kadını, belki yarıtanrıydı ya da fildişi ve ay ışığından yapılmış bir yunan miti, takip etmek hiç de etik değildi. fakat bunu sevgili kalbim ve daha sevgili ceketime anlatmanın bir yolu yoktu.
''sevgili ceketzadem, konuşmayı planlıyor musun?''
''ağır ağır ilerliyoruz işte, acelesi yok. önce yavaş yavaş sonra birden, en tehlikelisi bu değil mi? hafif görünen şeylerin ağırlığı. uyku gibi, kanser gibi, dikiş ipini iğnenin deliğinden geçirmek gibi. hafiften, ama elini çabuk tut.''
''peki bu sırtımdaki ağırlık, yarıda kalan hikayelere benzemesin, ona da bir son yazalım şimdi şurada.'' dedim. ceket yakasını kaldırıp —abla sola döndü, diye fısıldadı. koştum, yetişemedim. peşinden koştuğum hiçbir şeye yetişemedim. kayboldum da ara sokaklarda, üç saat sade'nin orada dolanmışım, ana yola çıkınca fark ettim ki aynı yerde daire çizip durmuşum. başladığım yere gelip bir daha, bir daha dönmüşüm. bir anda çarpıştık. üstümdeki şaşkınlığı ancak bir fizik kuralının aklıma gelmesiyle atabildim. bunu bana bir gece uyuyamadığımda kulağımın dibinde, kendine has üslubuyla tik-taklayan kol saatim söylemişti, ''iki gezegen çarpışana kadar birbirinin etrafında dönmeye devam eder.'' ve sonunda çarpışmıştık.
''adım dilaver, bu şaşkınlığı ancak bir uçurumdan atabildim. adımı söyledim evet, korktuğumda aklıma ilk gelen şeyleri söylerim. ama şu an korkmamışım, sadece şaşkınım. korkuyor olsam, adını bağırırdım.''
omzuma çarpıp geçmişti, bu kadar dağılmayı ben bile beklemiyordum. fakat bir önemi yoktu. bazı şeylerin dağılacağını bildiğim halde topluyordum zaten, meselâ kalbimi.
saat altı buçuk, osman abi bakkalı yeni yeni açıyordu. göğsümdeki yara çarpmadan ötürü sızlamaya başlamıştı. bir tabure buldum, oturdum. sigaramın altıncı teki, ''birazdan dışarı çıkacak, aynı yola koyulacaksınız, ama çok farklı yerlere yürüyorsunuz. sen dağları aşmaya çalışıyorsun, o ise geçmişinden kaçmaya. nerede kesişebilir ki yolunuz?'' dedi. —burada, bak tam osman abi'nin bakkalının köşesinde, dedim. girdiği marketten elinde poşetlerle çıktı yine kendine has hızlı adımlarıyla yürüdü, kırmızı ışığı beklemedi, sanki bütün dünyayı elleriyle olduğu yerden yönetiyormuş gibi, ya da bütün insanlık ona hizmet ediyormuşçasına bir yürüyüş. ben arkasında, ceketinin içine saklanmış, onun yüzünün her ayrıntısını ezberlemeye çalışıyordum. ilk defa görüyormuş gibi, bir daha göremeyecekmiş gibi. ''adım adım yaklaştın dilavercik, düşüyormuş gibi yapıp ona tutun. hem sakar olduğunu gördü. ya da düş, öldürmeyen allah öldürmez, belki insafa gelip sana döner, elinden tutup kaldırır. '—elimden mi tutar?' eh, yani isterse tutar, düşük ihtimal. belki hastaneye götürür bile. '—acaba göğsümdeki dikişi söksem daha mı kesin olur, yani elimden tutma işi.' o kadar değil dilaverciğim, ya ölürsen? '—onun ellerindeyken mi, ah ne güzel olurdu! hemen bu dikişi sökmeliyim!' dur be kardeşim, hemen celallenme. dilaverlen biraz, sen sakinsindir. '—cidden bu espriyi mi yaptın, ben seni nasıl aldım saatçiden?' aldın işte, dikişler kalsın. yürüyelim bence. arkasına bakar belki görür seni, düşük ihtimal.''
yürüyerek yeraltı çarşısından kışlaya kadar gelmiştim. ayaklarıma kurşun dökülmüş gibi yorgundum. kışlanın oradan aşağı inip bir kahveye geçtim, bir çay bir de simit. cebimden geçenlerde aldığım kitabı çıkardım, azar azar göz gezdirmeye başladım. pek şaşalı bir kapağı yoktu, neyi güzel geldi de almaya karar vermiştim hatıramıyorum. sayfa aralarına biraz tütün girmişti, kitap kokusu tütün kokusuna karışmıştı. çayı hızlıca içtim, kitabın bir sayfasında ona rastladım. peşinden takip etmeye devam ettim. çayın yanına iki bozukluk bırakıp çıktım, simit elimde, yarısı kemirilmiş. otogara doğru gidiyorduk sanırım, ya da sinemaya. koşarken sigara yakmaya çalışıyordum, dengem bozuldu. elimden düşürdüğüm çakmak ızgaranın birine girdi. ne kadar uğraştıysam çıkaramadım, bir arabacıdan aldım çakmağı, iki liraya. dört sigara içtim, elimi çeneme yaslamış sinemadan çıkanları izledim. ''yine bir köşeyi dönüyorum, içimde seni görmek umudu.'' ''yine bir köşeyi dönüyorum, kendime çarpıyorum.''
çiftler halinde çıkıyorlardı, hava biraz serincek. bir şarkı çaldı sonrası, ağır ağır yürüdüm sokakları.
beklenmedik bir şey olur diye durup bekledim biraz. ''adım dilaver, belki bin kere konuştum. yarım ve çeyrek gündür yürüyoruz birlikte. bonjour, étape dilaver. tu me manques comme un fou.''
bir şarkı çaldı, oturduğum yerden ağır ağır kalktım. bir anda, son sürat giden freni patlak bir kamyon gibi duvara tosladım. ''adın dilaver gündoğmadannelerdoğar, şu hayatta kimsenin hayatına çarpmadan yürüyebildin, sonra gidip bir duvara çarptın.''
''sayın ceketzadem, ne önerirsiniz? '—görmemiş gibi yapın.' hiç hoş değil, yapmam. ya sen sevgili kol saatim, var mı bi tik-tak'ın? '—dizlerinin üstüne düşme, bunun dışında ne yaparsan yap.' yürümeye devam o zaman, üzgün adım ileri!.''
gerçek ve rüyanın birbirine girdiği zamanlarım olmuştu. bu ikisinin savaşının arasında kaldığım, gerçek ve rüyanın ince çizgisinde gidip geldiğim... ama bu öyle değildi, tamamen net ve gerçeklik kaygısından uzaktı. yan masada, buğday renginde saçları ve her yanı kaplayan gülüşüyle oturuyordu. yanılmış olamam, her gün bütün sokakları akşama kadar birlikte yürüdüğüm bu yüz, bütün hayatın kaygılarından uzaktı. farklı bir dünyanın kapılarını aralıyordu bana, ve o aralıktan ben sığamıyordum. geri dönmek istedim, yanına, aslanların ve geyiklerin yan yana, usul usul yaşayabildiği yere. yürünmekten bir garip olmuş ayakkabılarıma kulak verdim. başımı hafifçe öne eğdim daha iyi duymak için, ''biraz yüksek sesle konuş mokasen, bizi duyamazlar ne de olsa. neydin sen, bordeaux mu? neyse ne, şimdi zamanı mı, tam gidip bir kördüğümü çözecekken, kaç zamandır aklıma dolanıyor zaten. ceketzadem ve kol saatimden bir fikir çıkmadı, senin önerin var mı, ne yapmalıyım?''
'—o kadar yürümüşsün ama etrafına hiç bakmamışsın, güzel şeylerin hepsi geride kalmış. artık oturup güzel şeylerin gelmesini bekleyeceğiz.' dedi ayakkabıcağzım. durdum, ayakkabıların hep belli belirsiz bir hüznü vardır. cenaze evinin önünde dururlar öylece, ayakta öylece dururlar. durdum, sadece bir şeylerin geçmesini bekledim. tabanı incelmiş, daha iki buçuk haftalık, ne çok yürümüştüm. hakkı vardı, aynı yolları her gün yürümenin iyi bir gidişatı yoktu. bazı şeylerin yoluna girmesi için önce bir yol gerekliydi, aynı yolları yürümek bir işe yaramıyordu. durdum, burada durdum kaldım. eskiden insanların nasıl sevindiğini hatırlamayacak ya da tahmin edemeyecek kadar.
''adım dilaver, koşmadım. ama belki sana rastlarım diye oturup bekledim.''