15 Aralık 2017 Cuma

colossus


I.
Gök denizle yıkanmıştı, ve altın kanatların alacalı biçimde açık
Gideceğiz; yitik özgürlüğün, kırmızı göğün bittiği yere, yaşamın ucuna
Kanatlarında taşı beni ve yorgunum, gün ışığı altında filizlenen ufuksuz dikenli bakışların
Bir buğunun ardında kalan kubbeye doğru, avuçlarında yıldız tozu.
Bilgi ağacının meyvesini yemiştik, ilk o zaman fark etmiştim. eksiktim,
Kendi içime doğru düştüğüm bu şey sanki boşluk değil de, bir kalabalık.
Ve yalnızlığımın üzerinde duru bir okyanus esintisi.
Ve ölgün suların kristal titreşimleri.

II.
Ama bu sarmaşık bürümüş duvarlar ve tükenmekte olan zaman, rüzgarla yana yatmış yılgınlığım.
Bir ormandır yürürüz ve yine çıkar karşımıza o kubbe. Özgürlük diyoruz biz buna, ya da varoluşun amansız çarpışmaları;
Kendi benliğinin içinde pirinç zırhın altında kalan duygularının arasında, fırtına sonrası dağılan ilkel semboller.
Hafif adımlarla gülümseyerek geçenler
Ve bir şarkı gibi ağzıma dolanan gülüşler vardı.
Bir karmaşaydı çünkü, bir ölümsüzlük karışımı, huzur ve kaosun. tam anlamıyla genişleyen bir dağınıklık.

III.
Biz çıt çıkarmayız artık çünkü bir ağacın üstüne çakılmıştır sesimizin yankısı.
Zarif gövdesinden sızan Pan’ın devam edecek şarkısı.
Döneceğiz; bitkinlikle. Fırtınayı yut, seli unut.
Döneceğiz; ağzımızda bir mantra ile.

Ey Styx Nehri'nin ölümlü tanrıçası;
Senin sadece kendin oluşunun bile
İnce bir güzelliği var.

14 Kasım 2017 Salı

iklimler

XI.
(do not lie to me, don't lie.
only truths
can you protect me
against me.)

olmadı, koruyamadın beni
buradayım, ve bak ellerim daha bir ağlamaklı
çok beklediğim yazgı gökten indi
büyüyorum, büyüyorum
ve beni gömmek için
daha büyük çukur kazman gerekecek
güven: cam çatlağı yürümesi


XXIII.
(the rainy shadows, that's what i see
like a cold blood lich
i carry winter inside of me
so i walk on a cloudy beach.)

oysa herkes çakılmıştır kendi gölgesine
yer: imbat denizi
kim bu siren’in sesini kulağıma üfleyen?
donmuş, karakış, kırmızı...
bir yağmur gibi dökülüyorum
çoğu zaman bilmezler
yol, nereden kime nasıl dönecek, nereye gidecek.
bir tünel, bir tünel...
duy bu katran sesim
yüzüme bulaşan dünyaya katılma cesareti,
cebimde bir yaratık var, göğsümü döven kırçıl rüzgarlar
belki bir kuştum, belki bir çatlak
bil, oysa yolun nereye gittiği kadar yolun içinde olmak da önemli!
belki de yorgun bir kağıttım
bunun için yırtıldım


LIV.
(and empty feelings,
and the sky cannot be innocent 
when it is bleeding)

sonu yazıyorum ve sonun ardından
küllerimden doğacağım, yanan bir kalp ve külden.
yerçekimine yenik ayrılıyorum dünyadan
ve ben çoğu ağacın çatırdayıp devrildiğini gördüm
beklemekten, beklerken ben.
kış sesleri, kış sesleri.
benim gök diye baktığım sensin


XCV.

kuralları bilirdim, mora çalan ve katı.
elinde tuttuğun ile göğsüne bastırdığın bir değil
arp sesleri, arp sesleri. siren'ler. iniyor gökten
nehir boyunca, nehir boynunda
şarap içerdik, ve altın oymalar gibi yunan efsanesi
aranızda bir benzeyişlik vardı onlarla.
karartılar: saatin kadran kırığı
prometheus ateşi benim için çaldı
bir tufan kopardım bir yaygara
sular çekiliyor, sular çekiliyor
balık iskeletleri çıkıyor ortaya


III.
(burning heart and ash.)

akrepler gömüyorum içime
nasıl oldu dolandım bu duygulara
bu kıvılcım, saman alevi. 
kim izliyor beni?
hüzünlü kuşların ötüşü, 
gökkubbe bir çekiç darbesiyle darmadağın. ardından kanatsız melek
dünya: tanrının diş ağrısı
üstümde gönderilememiş bir mektup ağırlığı
unutma, unutma, umutlanma
ateş sadece ibrahim için çiçek!
tir.

18 Eylül 2017 Pazartesi

çok yıllık bir oyunun
solmuş bilmem kaçıncı perdesi bu
örümcek ağlarına sarılı.

bir karabatak gibi tünemiş
suyun intihar ettiği yerde.
ben, inanmıştım genişliğine
göğün. ve bütün umutlarımı bağlamıştım
kuru ağaçlarına tanrının.

katlanmak bir kağıt gibi ve
yavaş geçişi yeryüzünden 
kırık ayaklı kırk ayağın
inanalım bak bu kristalize tenin
erozyona uğrayan dağlar bir de
yer altı ışıkları, kalabalıkların büyük çemberselliği
ah tanrım!
nereden aklına geldi yaratmak bu benliği

ve ben şimdi köpürürüm
şimşeklerin ve kabaran çokluğunuzun arasında
içimde kuş ölüsü

kendi çokluğunuzda boğulun!

muazzam kanatlarını sakınma benden
ellerimi temize çek! –benliğimi
bir bir yok oluyor nehirler

söyle bana ey fildişi ve ayışığından yapılmış olan
hangi gök temize çeker bu kadar kiri !

13 Ağustos 2017 Pazar

Gurup-Tan Vakti


Yaklaşıp süngerimsi başlıklara
Kutup diyorum, sade, acı, kayıtsız
Ve kayıp hazinesiyle kapaklarını
Açıyorum dolapların

1- Tan vakti karartıları
Nasıl da savrulmuş üstüme
İlk acıyla dünyaya küsen çocuğun masalları,
küçük dağların, sığ denizlerin kaybedeni,
Ah kollarını iki yana açıp koşan çocukluğum
Acılar coğrafyasının,
Ayakları balkon kenarında sallanan
korkuluklarım.

Uzaklaşıp odamdaki karartılardan,

2- Gurup vakti kızıllığı
Nasıl da dağılmış köhne dehlizlerin
En derinine,
Dalında kurumuş meyvelere
Ve fenalığı katlanmanın
çatlamış kabuklara

Taş kesmişse şimdi bütün bakışlar,
ey hayat sahnesinde, heykeli canlandıranlar!
Baharı hissetmek ve kayıtsızca beklemek rüzgarları
yontulmuş kolumu kıpırdatamıyorum
Ve bir cehennemden başka bir 
cehenneme gidiyorum uygun adım!

8 Ağustos 2017 Salı


129. cosmopolitan

titreyen mumun aleviyim
sabahları gök kıpkırmızı görünür, bu fırtınanın habercisidir. bir boğuk uyandım bardaklardaki su bulanık dışarısı bulanık. hayat alacaklı gibi çalıyor kapımı. buğulu bir camın arkasından ipliksi gülüşlerimi izliyorum ha koptu ha kopacak. neden bütün görüntüler, hızlı geçen saatler, hızlı adımlar, boş sokaklar bir duygu yankesicisi gibi bekliyor beni en karanlık gecemin ortasında? dört duvarımın penceresinin farklı bir duvara bakması kadar hayat elçisizim. kağıttan gemiler yapıp okyanusa bırakıyorum. neden boğazımda,
aşkın, varoluşun iki boyutlu kıskacı? 

hırçın dalgalarıyla aşkın boş sandalyelerini çekiyorum

omzumun üstünden iki defa baktım
en derindesin, 
en derinimde! nerede olduğunu bile unuttum

titreyen mumun dumanıyım
etrafımda küçük buzlar var ve rüzgar kuzeydoğudan esiyor, bu fırtınanın habercisidir. soğuk, bıçak kadar keskin rüzgarlar ortasında basınçlı su gibi dışarı çıkmaya çalışıyor damarlarımdaki kırmızılık. kemikten kolyemsi ölümü boynumda taşıyorum. eylemsizim, kar kıtaları ardında kalan bulutsuzluğum. neden, bardağa dolu tarafından bakmaya çalışırken boğuldum!?

omzumun üstünden iki defa baktım
en derindesin,
en derinimde! nerede olduğunu bile unuttum

3 Ağustos 2017 Perşembe

bir kedi neden ağlar?
kapı eşiğinden hayatıma girip 
buğulu anıların kapaklarını
neden açar?

az yaşanmış bir hayatı
geride bırakıyorum
yaşamın etrafından dönüyorum
tenimin altında gizlediğim
çocukluğumun sıvasız hayalleri 

kristal zamanın ışığı kırıldığında
eylemsizlik kabuğunu kırıyor
-ne çok anlardım, anlayınca geçer sanardım-
bir kedi neden ağlatılır?
her şey tozlu her şey kırılgan ve kaskatı
ah bilseniz, bir bilseniz
siyah beyaz çocukluğumda
ne çok ağlardım ben, ağlayınca geçer sanardım
neden aldınız ayışığından gülüşümü?

kırık bir aynadan dönüyorum,
-ağırlaşan ve taşınması güç, kanatları katran kaplı-
kendime. 
gidiyorum, 
-ağsı uzun ve göreceli bir yolculukla-
kendimden.

daha fazla kalsaydım
size benzeyecektim.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

128. solaris

savruluyorum, kendi kırılgan benliğimin içinde. diz kapaklarımı kırıyorum açığa çıkabilmek için, kimdi o tanıdık gelen yabancı? bilindik bir yüz sanki bin yıl öncesinden, bilindik bir ses, bilindik bir göz açısı. kimdi o yabancı gelen tanıdık? geç saatte ışıkları kapalı, uğursuz bir ev gibi. ben miydim o ayaza çalan çoğunluğun arasında, ben mi? hâlâ aranır dururum bir köşe başında kendime rastlarım diye. 

anlamak bir suyun taşlarla birlikte akışını ve zincirli bir günışığı mahzeninde beklemek. kozmik duygularımızı kaybettik. -yüzünü görebiliyor musun baktığının yüksek uçurumların derin sandığın suların bulanık mı maskelerinizi görebiliyorum yüzünüzü asla!- yakınsamalar aslında tutuk düşler. zannediyor musun eskimiş bir hayatın yeniden yaşanabileceğini, -insanlardan kaçıp insansılarla karşılaşıp insansılardan insanca bir şeyler beklemeyi- merdiven arkasına gizlenen çocuk dedi, kimdi o yabancı giden tanıdık? arkasında bir galaksiyi bırakıp tüylü burun kıvıran nefes alışlarıyla uygun adımlarla giden. yabancısınız, yabancı! alışamadım dünyaya. saklanıyorum, kendi kanatsız benliğimin içinde. diz kapaklarımı kapatıyorum kaçabilmek için, kimdi o yabancılaşan tanıdık?

30 Temmuz 2017 Pazar

kaçmak için gün sayıyorum ıssız deliksiz kapısız bir mağaraya. kendimi biliyorum seni de onları da değişmeyiz yontulmaz ve törpülenmez. gözün alabildiğine uzanan turuncu yıllardan ve durulmaz nehirlerden geçiyorum elimde bir kuş ölüsü, kuşaktan pelerinim ve ağaç kovuğu. tavşan deliğine saklanmışçasına çıkılmaz buluyorum burayı. çıkamayacağımdan değil sadece altın renkli buzdan tuvallerin tuğla kelimelerin kazınmış evlerin olduğu yere dönmek istemiyorum, hayat ağacının dibinde oturmuş dallarını kırıyorum. 

çok kolay düşüyoruz ortasına
kargaşanın, aşkın, dürtülerin
bir gece arsız sunulardan geçip
göğsüne sımsıkı bastırdığın alacalı düşünsel
imgesel bedenin

sevgin,
yaşanılası en güzel yanın

alt üst olmuş her şey diyoruz 
puslu hayatın dağınıklığını anlatırken

alt:
bataklığın ortasındaymışçasına çırpındığım yeryüzü,
keskin belirsiz puslu soytarının
hafif dokunuşlarla ağlatmasıydı.
parlat ve boya şimdi gökyüzünü
yeterince ağladık 

üst:
sarı bir koltuğun ortasında
dumansız ve huysuz bir kedinin kıvrımını hatırlatır gibi
yalpalayan ve çember dünyanın
dışındayım, eğikliği yaratıyorum
söyle, ben sormadan hem
bahar geldiğinde mi hatırlanır bahçeler?

alt üst olmuş kurşuni göğün altında
ekseni kaymış resminin 
kaderini yazıyorum;

her şey üst üste geldi,
ben altında kaldım.

antik bir ormanın bitişinde durup
hecelenen sesin duvardan yansıması 
yerkabuğunun çöküntüleri
radyo dalgaları arasında
düşündüm:
onca insanın arasından 
kimsenin hayatına çarpmadan
geçebildim

29 Temmuz 2017 Cumartesi

-hiçbir zaman bana verilen iki seçenekten hoşnut olmadım. yaşamak için akla karayı seçmemi beklediler, ben grinin peşine düştüm.-

hastalıklı kuşlar gibi diğer yarım, sürüden ayrı.
katlanmış yol ve bir tarafın sevilmedin diye
rafa kaldırdığın ince sadeliğin, irili ufaklı saflığın.
yine de çobanıydım içimdeki kuşların, 
boşluklara doğru ilerleyelim dedim
b o ş l u k l a r a düş elim.

zamanın dikey ve yatay kıskacına sığmayan hislere
değindim.

çatlak aynasının ardında akrep yelkovanı öldürmüş
yüz yıl öncesinden mektup elimdeki
bugünleri harfiyen anlatmış
söyle ona bilmiyor ki giyindiğimi
alçak kırmızı pelerinimi
düş-ün-elim 
konum; yeryüzü sıkışıklığı
yabancı değilsin sen 
sen yabancı değilsin
neden, neden bu kadar tanıdık bu his
bu kadar derin?

dokunulmamış kapı kolunun arkasında
tozlu raflara kaldırdım
tekinsiz temkinsiz telkinsiz 
kıpkırmızı benliğimi.

boşluklara doğru düşelim
mümkündür de. düşerse 
herkes kendi içindekilerden birine.

dikenli bahçeleri ve ağlamaklı gökyüzü
yıkılacak çok şey var daha

hatırla 
tutunduğun dal olarak balkon demirlikleri
yaşanmışlıklar olarak eski kullanılmamış hayatın betimlemeleri
devrilmiş saksı, devrilmiş anılar dolabı

hayat; avizenin düşerken ki sessizliği
hayal; pamuk ipliğine bağlı gerçekleşme ihtimali

gece yarısı mavimsi ve okuduğum bir ruhta görmüştüm
dev granitlerden yontulan
ateş çiçeğinin taç yapraklarıyla bezeli yalnızlık heykeli
-heykel de olsa yalnızlığı hak eder mi?-

hem suçsuz hem yorgun
düz çizgide sabit duran 
boylu boyunca uzanan hayatımın
bir tarafı şen şakrak, alelacele yaşanmış
diğer tarafı susuz, gölgesinde bir dağ evi bambaşkalığı

su yeşili bahçeleri ve güleç gökyüzü
kırılacak çok şey var daha

unutma
düşüşün olarak özbenliğin
yaşanmamışlıklar olarak kilitli kalan misafir odaların 
-ve evin de aslında-

ölüm; başka bir dünyada daha iyi başlama şansı
zaman; göreceli yaşama kavramı

gündüz vakti siyahımsı ve anlattığım bir resimde okumuştum
sevginin dışa vurumu ve tunç renkli pazar sabahları
altın nilüferler ve çaresiz sessizliği ölümün
yasını tutuyorum, yaşarken
ölümün.

adım gibi biliyorum. bir ucu toprak ve diğer ucu göğe uzanan yeryüzünde, misafir odasında gibi duruyorum. karanfil kırılganlığı, solgun hayatlar, bahar fısıltıları. her kışın hatırlarım; değişimin varoluşsal gerekliliği, vals ve yeşil şarap. bilmek ve hiçbir şey yapamamak bir başka ölmek türü değil midir, bir başka can sıkıntısı. mekanizması bozulmuş bir kurmalı hayat, sanki başkasının ceketini giyer gibi üstümde. diyorum ya,
yaşamak, yüktür.

"başı ve sonu belli bir hikayenin ortasındayım/şimdi ne yaparsam yapayım/sonunda yürüdüğümüz o köprüden/atlamak zorunda kalacağım."

yaşamak; nefes almak anlamına gelmez
yük; kuş tüyünden düşünce erozyonu

yüzünde bir dağ evi sakinliği
içinde harlı ateş

ben; bir unutulmuş balkon çiçeği(yim)

26 Temmuz 2017 Çarşamba

127. kıyıya vurmuş şiir

-cihan'a-

kollarım sımsıkı bağlı
elimde paslı kanatan çivisiyle sımsıkı
kabus gibi bir hayatın
zamanlarını araladım

dehlize kapatılmış prensin ağıdını aralıyor, 
yaşamamışlığım

"bir eve girdiğinde ilk
kapının yerini öğrenirsin."
perdeleri yıpranmış
kararmış örtüleri ortası oyuk koltukları
tunçtan kalbe kilit vurur gibi göz kapakları
acıdan yapılmış yatağı
boşluğa dayanan merdiveni yıpranmış
kurşun dökülmüş ayaklarımla durdum

kahrolsun birbirini kıra kıra ilerleyen insanlık!

dört bir yanı
dağılmış kalbimi 
çocukların dokunabileceği yere sakladım
neden bir sallanan sandalye
sallanan sandalye gibi köşede durup durmadan ses çıkartır 
alışamamışlığım?
boğucu, tutuk,
ve yutkunulmaz hüznüyle.

23 Temmuz 2017 Pazar

126. kan kokusu

her şeyi akışına bıraktım
çok geçmeyecek biliyorum
diyeceğim ki
her şeyi akışına bıraktıktan sonra
sular altında kaldım

her sabah yalnızlığa açılan o sandallardan birinde 
otururken, neden seslendin 
de
boşa çektiğim kürekleri bırakıp
suya atladım
hiç yokken bile neden boğazımda ellerin
pencerelerde, ve yağmur sonrası ıslak 
yaprakları dökülmüş, gövdesi çürük
kalbimden ne istedin?

upuzun bir sonbahar geçmiş üstümden. unutulmuşum, kirli balkon gibi kalmışım. iğne atsam yere düşmezdi ama tıklım tıklım yalnızdım dedim kendi kendime. havada sırılsıklam ve kupkuru bir hengame, gürültü. bir sokak ortasında yalnızlığım, ben ve bir dağılsamadan öteye gidemeyen içsesim,
yaşamaktan gözlerim 
yanıyor.

acının olduğu yerde
bütün çocuklar büyür

elimin tersiyle sildiğim dirseklerimden akan yaş, görünmez bir duvar gibi çocukluğum
kaybetmeseydim keşke sana dönülen yeri 
düşündükçe sanki kafamın içinde çok tozlu eski 
bir halıyı çırpmaya başlıyorlar ve deli gibi 
öksürüyorum
kaç kere sokakta, uzun yürüyüşlerin sonunda
görünmez bir duvara çarptım
kuş sesleri, ve tavana asılmış incecik bir kafes
içinde aklım, içinde yanılsamalarım
bembeyaz bir tavşan deliği
durmadan düşüyorum
-zaten düşerken
duramaz insan-

düşüyorum, öyleyse varım!

124-125. eski bir şarkı

124. tomorrow will be a better day

biricik gün ışıdığında
tomorrow will be a better day 
yıllardır inanılan yalanlar, 
yalanlarımız

parçalanmış bedenimin üstüne serilen
boş yatağa sabahları serilen gibi bir örtü
giderken sıcak nefesini cama üflemiş
bir kaç kelime -bırakmış- 
yıllar öncesinden
sonu baştan bilinen bir hikayeyi 
-sonunda öleceğini bile bile
yaşayan bir kahraman gibi-
yaşadım 
mı?

meyve veren ağaç gibi küskünüm
bir dağ düştü üstüne çocukluğumun
kilimin altına saklar gibi bütün tozları
derimin altına
sakladım kendimi

tomorrow will be a better day
gitmeden
sardunyaları her gün sulardı
ve sardunyalar gibi soldum
ben de
-geçmedi,
geçen tek şey zamandı-

125. eksik lütuf

bunca şeyden sonra,
bana seni sorarlarsa
derim ki;

kırardı bazen 
yaralardı
ağır sözler ederdi
sonra kalkar
yaraladığı yerden öperdi.

122-123. 101 1010


123. boğulma denemeleri

insanın kendisi zaten büyük bir yıkımdır. bir ağacın yıkılması bana hep seni hatırlatır.

kırmızının kırk tonu, ve sarı sokak lambaları 
altında
bir apartmanın dördüncü katından aşağı bakarken 
bile çocukluğumu hatırlatıyorsun

kan kanla temizlenmez, suyu suyla silemezsin

suyu açıp ağladı, ve sustu "konuşsam anlaşılmayacağıma eminim, bu susmak sayılmaz!"
soğuk, kireçli su içinde burnu
ellerinden anlaşılıyor 
bu yüzyıl içinde biri anlasın diye bekliyordu
karanlığı ve yosun kokusunu 
duyuyordu kulakları ve 
düz bir çizgide ilerleyen karıncaları görüyordu
ayağı kısa masaların, üstü ağlamaktan dağılmış kağıtların hüznü üzerinde,
avcunun içinde bin yıldır sakladığını, kimseye gösteremeden gideceğini 
biliyordu. 
ağladı, sustu. güldü. ağladı, ağladı, sustu.
kendi kendine sordu,,
dağılmak için neden bir duvara değil de 
bir insana çarpmam gerekiyordu?

21 Temmuz 2017 Cuma


121. ortalamaya yakın yanlı kamera bakış açısı

üşüyor musun? özür dilerim, ceket bir işe yaramadı.

artık sadece etrafı izliyorum. uzunca ve yerimi değiştirmeden, bir kamera gibi. senden daha ilginç, ilgi çekici bir şey görmedim. 

örneğin,
saçların dağılışı, üstüne sinen gençlik hevesi, sinirlendiğinde alnında oluşan kırışıklığı, eğilip yerden aldığın bir parça gökyüzü, şaşırınca tek kaşının kalkışı. kaç farklı yerden sana baktım bir bilsen, hepsinde ayrı güzel, ayrı saf ve ayrı ipeksi. yüzünde bir kelebek kokusu, ellerin dünyanın bulvarı. kalabalığın haşin yalnızlığı. bu zamana ait olmayan, sanki yüzün ölümsüzmüş gibi kalıcı. tutup güneşin sana dönüşü, ve aynı anda her şeyin ellerinin altında eriyip gidişi. göğsüne düşen kolye, ve gözlerinin ormansı yeşili. ayak bileklerinin altında ezilen insanlık, parmak uçlarına inen altınsı bulutlar, burnunun incecik eğimi, ah! masadaki çiçek bile sana eğimli. dirseğinden omzuna doğru akan nehir, ve bardağı umursamazca tutuşun. sesinin arkasına gizlenen çocuk. 

üşüyor musun? özür dilerim, ne yaptıysam seni kendime ısıtamadım.

20 Temmuz 2017 Perşembe

değişim

omnis motus, 
quo celerior, 
eo magis motus.*

hissedin.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

120. firuze

I.
birazdan firuze,
birazdan seni düşüneceğim yine
bir durulmaz nehir akar şimdi 
geyikler usulca uyur bir yerde

bir tren geçer şehrinden 
seninle ilk görüştüğümüz o yerden 

bu kaybolduğum koskoca denizde
ölü adamın gitar konçertosundan
ve unutmayan balıklardan 
bahset bana firuze
soğuk savaş zamanları filan
ve en kalabalık sokaklardan 
elleri cebinde geçenleri anlat

II.
firuze, 
birazdan seni düşüneceğim yine
bir apansız hüzne kapılırım
ağlarım diye korkuyorum

oysa seni sevmek gündüz ve gece,
tutkulu ve ırmaksal bir sesin
dalgalanışını izlemek öylece

ab orgine ego pro te!

güneş doğdu çoktan 
ve sesini duymak sabahları,
bir çeşit kuş cıvıltısı
dedim ya, ego pro te!
ve bu yara sonrası
bir yaradan çok doğum lekesi
'ne benziyor

hâlâ yüzünü görmek, kokunu duymak bir kalabalık arası
dengemi bozuyor
kirpiklerim ıslakken gülüyorum bazısı,
yaralıyordu bu, unutulmuyor

firuze inan,
nefes almak için açtığı pencereden atlayabilir insan
dayan diyorum kendime sonrası, dayan.

III.
firuze,
insan bazı şeyleri anlatamaz
çünkü kelimeler bazı şeyleri anlatmaya yetmez

şimdi ben diyorum ki ülkemiz üç tarafı 
acılar deniziyle çevrili kara parçası
ve ne yazık ki o denizde
yüzmeyi de öğreniyoruz
ölmüyoruz ne yazık ki ölmüyoruz
yaşıyoruz öylece
anlıyor musun?

sonuna kadar gitmek istiyor insan,
bıçak kemiğe dayanmadan
yaralandığını fark etmiyor işte

18 Temmuz 2017 Salı

119. akut aidiyet duygusu eksikliği

şarkıyı duymak için tıklayın.

tutkulu ve ırmaksal sesinin ağır bir kayıtsızlıkla dalgalanışını hatırlar gibiyim. dönüşüm ve güzelleşmek adına ne varsa kullanılmıştı. olduğu gibi kalan, yapaysız ve kıyılmaz olan tek şey bu hatıraydı. diğerlerinin üstünden binlerce kere geçmiş, anları eskitmiş, soldurmuştum. fakat bu yeni olan pasparlak ve canlı, tıpkı sabah güneşinin bir bardak suyu kırıp oluşturduğu gökkuşağı gibi. iyi ki geçtin hayatımdan, senin radarına girmiş olmak bile bana yetiyor.
sessizce, arabaların geçmediği, çanların çalmadığı, kapı zillerinin, eskicilerin olmadığı ve daha nice gürültüden uzak bir sokakta kaldırıma uzanmışım. başkası olsa ölüm sessizliği derdi, ben ise sadece kafamın içindeki dünyada gezip keyfini çıkarıyordum. uzun sürmedi tabii ki bu, bir zabıtanın yanıma yaklaşmasıyla kalkıp yürümeye başladım. zaten güzel olan her şey kısaydı, sarılmalar birkaç saniyeydi ama ayrılıklar bin yıl kadardı.

dışarıdan bakıldığında hiçkimse benim kaldırımda uyuduğumu inanmazdı. güzel giyimim olduğunu duymuştum bir tuhafiyeciden. çok sonraları, retro dediler üstümdekilere. yeniyken moda, eskiyince retro. bunu öğrenmiştim. bir tramvaya bindim. hayatımda ilk defa olduğunu söylemiş miydim? bu şehirde benim ilk günüm, evim yok bundan ötürü. tanıdığım da yok. kim istersem o'yum burada, neil young bile olabilirim. ama şimdilik evsizim. 

peşime takılan köpekle bayağı yol yürüdük. ona K. adını verdim, birkaç saatte buna alıştı. bana şehri gezdiriyordu. kahvaltı yerine ayaküstü bir sade kahve içtim. gün ne güzeldi, güneş bu denli parlak, insanların yüzünde göğe varan gülümsemesiyle. kendi kendime bunları düşündüm, içimden söylediğimi zannettim ama sessli düşündüm sanırım. beni deli zannedebilirlerdi ama bunu bana söylemeye geldiklerinde onları iki yanağından öpüp geri gönderirdim. her şey görünürde iyiye gidiyordu. iki gündür sigara içmiyor, gülüyor, karamsarlığımdan kurtulmuş bir şekilde yaşıyordum. ve cebimde çok param vardı. istediğim yerde en pahalı yemeği yiyebilirdim ya da en pahalı viskileri içebilirdim. 

''evet.'' dedim kendi kendime. ''daha ne yürüyorsun?''

hemen kendime bir taksi tutup, şehri en tepeden gören falez otele gittim. taksiciye bir yüzlük verdim. otelden içeri girdiğimde bagajımın olmadığını ve kral dairesini istediğimi söyledim. restauranta gidip karnımı iyice doyurdum, sonrası müdürün yanına gidip bir kahve içtik. barda martinimi yudumlarken güzel bir kadınla tanıştım. garip bir şekilde her şey yolundaydı. kendimden geçmiş, kim olduğumu, geçmişimi, kaygılarımı geride bırakmıştım. ''bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir.'' diye düşündüm. 

fakat keşke saatin artık durduğunu, pilinin bittiğini ve bir dakika geçince yine yanlışı gösterip her şeyin bozulacağını fark edebilseydim. 

burnumdan kan akmaya başladı. alkoldendir diye düşünüp arkadaşlara afedersiniz diyerek ayağa kalktım. lavaboya giderken  garsona masaya bir şişe daha şampanya götürmesini söyledim. lavaboya girdim. karşıdaki aynada kendi yüzümü görmemle bütün benliğim geri döndü, bütün kaygılarımla. gözlerim doldu durup dururken, burnuma yüzüme bulaşan kanı temizledim bu aralıkta. kaldığı yerden devam ediyordu kendim olmanın inanılmaz kasveti. ve sonrası, her şeyi bir anda hatırlamak, ağır geldiğinden olacak. oturup kendi hayatımızı düşündüğümüzde yolunda olmayan her şey üst üste birikir ve aklımızda oluşan yolunda gitmeyen şeyler listesinin altında kalırız.

hızlıca odama gittim. yatağın kenarına oturdum. "keşke." dedim. bir anda bu kelimeyi ilk defa duyuyormuş gibi oldum. birkaç kere kendi içimden tekrar ettim, bir yerlere koymaya çalıştım bu kelimeyi. buna "jamais vu." deniyormuş. deja vu'nun zıttı. bir şeyi ilk defa yaşıyormuş gibi hissetme. jamais vu. seni her görüşüm ve hepsinde ilk defa görüyormuş gibi tepki vermem jamais vu olabilirdi. 

düşündüm. bir sigara içtim;
''insanlar kendini anlatmana rağmen seni anlamıyorsa ne yapardın?''
"insanlar seni anlamazsa ne yapardın?''
''kendini anlatmaktan vazgeçersen ne yapardın?''
''kimse anlamazsa anlatır mıydın?''
''ya bin kere demiş ve yine anlatamamışsan kendini?''
''ısrarla anlamıyorlarsa, ya senin yaptıkların onların doğrularına tersse ve senin doğruların onların yanlışlarına denk geliyorsa?''
''yanlış mı olur yaptığın? yoksa onların doğruları yanlış mıdır?''

dedim ki kendi kendime, ''konuşsam anlaşılmayacağıma eminim, bu susmak sayılmaz.'' 
bir kağıt çıkardım, kırmızı tükenmez kalemle yazıverdim hızlıca.


sadece küçük bir ayrıntıydı, ve ben kayboldum. sığ bir denizdi fakat boğuldum. sarsıntı o kadar güçlü değildi ama ben dayanıksızdım. çok yüksek değildi ama düştüm. kırılasım vardı, siz sadece dokundunuz

[imza] 

bir sigara daha içtim, bir şarkı açtım. banyonun duşluğuna geçirdiğim ipi sıkıca bağladım. tabureye çıkıp, başımı ipten geçirdim ve etrafa son bir kez bakındım. şarkı hâlâ çalıyor, sigaranın dumanı hâlâ üzerinde. belki beni bulduklarında sigara yanmaya devam ediyor olacaktı. fark ettim ki, insanın kendini bildiği tek yer otel odasıymış. valizi elinde, her an gitmeye hazır. hayatın ta kendisi. 

ayağımın altındaki banyo tabur

118. virgül

yüküm ağırdı
kuracak güzel cümlem kalmadı
zaman yok, birkaç nefes, bir iki iç çekiş
aklım karıştı, sana.......
ve gün çoktan ağardı

koşuşturmalar, kornalar
kendi kendine bir yerde öylece dönen şarkı
ışık hızında geçen zaman ve ceplerimde taş parçaları
-fazla yükselmemem için aslında-

onca kalabalığın, milyonların arasında
sıfırdan bire gitmeye çalışırken bana
bana neden virgül attın da
ne kadar koştuysam
bir tam olamadım
eksik kaldım?

117. izlenimler


izlenimler, madde 2: dilaver gündoğdu, yeniden doğdu.

hastaneye yetiştirmeye çalıştılar beni. adımı söylemeyeceğim artık, çok düşündüm. bir kaç kelimeyi insana zımbalamanın bir manası yok, ben kendimim. adım dilaver fakat orjinalde ne olduğunu bilmiyorum. herkesin adı vardı, sürü psikolojisiyle ben de bir isim uydurdum. Le Bon bunu uygun görmüştü zamanında, sürü atlıyor diye koyunun sürünün peşinden atlamasını. ben sürüden ayrıldım, kendi başıma atladım. ''adım dilaver, kendime verdiğim sözleri tutamam.''

hastanede güzel bir hemşireye aşık oldum, ellerimin titremesi kesilmişti. fakat bunun sebebi morfin de olabilirdi. iki ve üçüncü costalarımın arasından bir domdom kurşunu çıkardılar. derine gidememiş, taş gibi kalbim durdurmuş onu, altı dikiş attılar. oysa göğüs kafesimde bir pencere varmış gibi hissediyordum daha önce, yani dikişten hemen önce. gün batımının sıcaklığını ve hiçbir yere gidememenin verdiği acının burukluğunu hissediyordum. birden pencereyi çekmişler gibi oldu fakat, daha öncesinde, belki çok daha öncesinden o pencereden atlamıştım. kafamdaki pencerelerden ona doğru. hayal meyal hatırlar gibi oldum sol ayağımı hastanenin otomatik kapısından dışarı doğru atarken, hayal meyal düşüşümü ve sonrası. demiştim kendi kendime, ''kendine verdiğin sözleri tutamayıp, başkalarının sözlerine tutunduğun için bu düşüşün.''

hayır, kendi kendime konuşuyorum her zamanki gibi. bir gün boyunca, hiç kimseyle konuşmadan jimi hendrix dinleyip kendi iç savaşlarımdan yaralı çıktığım oldu. ve nasıl oluyor hiç aklım almadı, bir çiçeğe dokunmak için yavaşlayan ben, kendi kendimi yiyordum. bir sigara içtim, sonra bir tane daha. hastaneden sadece beş adım uzaklaştım. otobüs durağına geldiğimde durdum, saat gece iki buçuk, sokaklar ve daha fazlası, gözünün alabildiğine sessizlik, somutlaşan, ağırlaşan, gitgide çöken bir hava. bu ağırlığı yeniden hissetmeye başlamıştım. hastaneye dönebilir ve bunun sebebinin araştırılması için muayene olabilirdim, fakat önümden bir tren gibi geçti. hızlı, kendinden emin ve bir sonraki adımını hesaplamış. üstünde binlerce kez çalışılmış bir konuşma gibi güzeldi. peşine takıldım, bir insan gecenin ikisinde hızlı adımlarla nereye giderdi? ''düşünme, içinden çıkamıyorsun. dışarıya dön, zamanın kısıtlı, sol ayak, sağ ayak, sol ayak, aferin. nr demişti nilgün marmara, "üzgün adım, ileri marş!" sola döndü, virajı al. arkasını dönecek şimdi, seni görürse ne yapacaksın dilaver günbattı? çarpık bir gülümsemeyle selam mı vereceksin, yoksa topuklayacak mısın biraderim? düşünme, düşünme, düşünme. sayın kol saati, sen ne diyorsun? devam mı tamam mı, ağlıyor. ne, ağlıyor mu? neden buraya geldik ki, neden tam şu saniye tam buradayım,dünyaya bir sokağın kenarında ağlayan bir kadını takip etmek için gelmemiştim sanırım, yani tanrının amacı bu olamazdı. hass... düşünme, düşünme, düşünm..''

bir an izini kaybettim. sonra bir vitrindeki giyside ona rastladım. kendime yakıştıramıyorum aslında bir kadını, belki yarıtanrıydı ya da fildişi ve ay ışığından yapılmış bir yunan miti, takip etmek hiç de etik değildi. fakat bunu sevgili kalbim ve daha sevgili ceketime anlatmanın bir yolu yoktu. 

''sevgili ceketzadem, konuşmayı planlıyor musun?''

''ağır ağır ilerliyoruz işte, acelesi yok. önce yavaş yavaş sonra birden, en tehlikelisi bu değil mi? hafif görünen şeylerin ağırlığı. uyku gibi, kanser gibi, dikiş ipini iğnenin deliğinden geçirmek gibi. hafiften, ama elini çabuk tut.''

''peki bu sırtımdaki ağırlık, yarıda kalan hikayelere benzemesin, ona da bir son yazalım şimdi şurada.'' dedim. ceket yakasını kaldırıp —abla sola döndü, diye fısıldadı. koştum, yetişemedim. peşinden koştuğum hiçbir şeye yetişemedim. kayboldum da ara sokaklarda, üç saat sade'nin orada dolanmışım, ana yola çıkınca fark ettim ki aynı yerde daire çizip durmuşum. başladığım yere gelip bir daha, bir daha dönmüşüm. bir anda çarpıştık. üstümdeki şaşkınlığı ancak bir fizik kuralının aklıma gelmesiyle atabildim. bunu bana bir gece uyuyamadığımda kulağımın dibinde, kendine has üslubuyla tik-taklayan kol saatim söylemişti, ''iki gezegen çarpışana kadar birbirinin etrafında dönmeye devam eder.'' ve sonunda çarpışmıştık.

''adım dilaver, bu şaşkınlığı ancak bir uçurumdan atabildim. adımı söyledim evet, korktuğumda aklıma ilk gelen şeyleri söylerim. ama şu an korkmamışım, sadece şaşkınım. korkuyor olsam, adını bağırırdım.''

omzuma çarpıp geçmişti, bu kadar dağılmayı ben bile beklemiyordum. fakat bir önemi yoktu. bazı şeylerin dağılacağını bildiğim halde topluyordum zaten, meselâ kalbimi. 

saat altı buçuk, osman abi bakkalı yeni yeni açıyordu. göğsümdeki yara çarpmadan ötürü sızlamaya başlamıştı. bir tabure buldum, oturdum. sigaramın altıncı teki, ''birazdan dışarı çıkacak, aynı yola koyulacaksınız, ama çok farklı yerlere yürüyorsunuz. sen dağları aşmaya çalışıyorsun, o ise geçmişinden kaçmaya. nerede kesişebilir ki yolunuz?'' dedi. —burada, bak tam osman abi'nin bakkalının köşesinde, dedim. girdiği marketten elinde poşetlerle çıktı yine kendine has hızlı adımlarıyla yürüdü, kırmızı ışığı beklemedi, sanki bütün dünyayı elleriyle olduğu yerden yönetiyormuş gibi, ya da bütün insanlık ona hizmet ediyormuşçasına bir yürüyüş. ben arkasında, ceketinin içine saklanmış, onun yüzünün her ayrıntısını ezberlemeye çalışıyordum. ilk defa görüyormuş gibi, bir daha göremeyecekmiş gibi. ''adım adım yaklaştın dilavercik, düşüyormuş gibi yapıp ona tutun. hem sakar olduğunu gördü. ya da düş, öldürmeyen allah öldürmez, belki insafa gelip sana döner, elinden tutup kaldırır. '—elimden mi tutar?' eh, yani isterse tutar, düşük ihtimal. belki hastaneye götürür bile. '—acaba göğsümdeki dikişi söksem daha mı kesin olur, yani elimden tutma işi.' o kadar değil dilaverciğim, ya ölürsen? '—onun ellerindeyken mi, ah ne güzel olurdu! hemen bu dikişi sökmeliyim!' dur be kardeşim, hemen celallenme. dilaverlen biraz, sen sakinsindir. '—cidden bu espriyi mi yaptın, ben seni nasıl aldım saatçiden?' aldın işte, dikişler kalsın. yürüyelim bence. arkasına bakar belki görür seni, düşük ihtimal.'' 

yürüyerek yeraltı çarşısından kışlaya kadar gelmiştim. ayaklarıma kurşun dökülmüş gibi yorgundum. kışlanın oradan aşağı inip bir kahveye geçtim, bir çay bir de simit. cebimden geçenlerde aldığım kitabı çıkardım, azar azar göz gezdirmeye başladım. pek şaşalı bir kapağı yoktu, neyi güzel geldi de almaya karar vermiştim hatıramıyorum. sayfa aralarına biraz tütün girmişti, kitap kokusu tütün kokusuna karışmıştı. çayı hızlıca içtim, kitabın bir sayfasında ona rastladım. peşinden takip etmeye devam ettim. çayın yanına iki bozukluk bırakıp çıktım, simit elimde, yarısı kemirilmiş. otogara doğru gidiyorduk sanırım, ya da sinemaya. koşarken sigara yakmaya çalışıyordum, dengem bozuldu. elimden düşürdüğüm çakmak ızgaranın birine girdi. ne kadar uğraştıysam çıkaramadım, bir arabacıdan aldım çakmağı, iki liraya. dört sigara içtim, elimi çeneme yaslamış sinemadan çıkanları izledim. ''yine bir köşeyi dönüyorum, içimde seni görmek umudu.'' ''yine bir köşeyi dönüyorum, kendime çarpıyorum.''

çiftler halinde çıkıyorlardı, hava biraz serincek. bir şarkı çaldı sonrası, ağır ağır yürüdüm sokakları.

beklenmedik bir şey olur diye durup bekledim biraz. ''adım dilaver, belki bin kere konuştum. yarım ve çeyrek gündür yürüyoruz birlikte. bonjour, étape dilaver. tu me manques comme un fou.''

bir şarkı çaldı, oturduğum yerden ağır ağır kalktım. bir anda, son sürat giden freni patlak bir kamyon gibi duvara tosladım. ''adın dilaver gündoğmadannelerdoğar, şu hayatta kimsenin hayatına çarpmadan yürüyebildin, sonra gidip bir duvara çarptın.''

''sayın ceketzadem, ne önerirsiniz? '—görmemiş gibi yapın.' hiç hoş değil, yapmam. ya sen  sevgili kol saatim, var mı bi tik-tak'ın? '—dizlerinin üstüne düşme, bunun dışında ne yaparsan yap.' yürümeye devam o zaman, üzgün adım ileri!.''

gerçek ve rüyanın birbirine girdiği zamanlarım olmuştu. bu ikisinin savaşının arasında kaldığım, gerçek ve rüyanın ince çizgisinde gidip geldiğim... ama bu öyle değildi, tamamen net ve gerçeklik kaygısından uzaktı. yan masada, buğday renginde saçları ve her yanı kaplayan gülüşüyle oturuyordu. yanılmış olamam, her gün bütün sokakları akşama kadar birlikte yürüdüğüm bu yüz, bütün hayatın kaygılarından uzaktı. farklı bir dünyanın kapılarını aralıyordu bana, ve o aralıktan ben sığamıyordum. geri dönmek istedim, yanına, aslanların ve geyiklerin yan yana, usul usul yaşayabildiği yere. yürünmekten bir garip olmuş ayakkabılarıma kulak verdim. başımı hafifçe öne eğdim daha iyi duymak için, ''biraz yüksek sesle konuş mokasen, bizi duyamazlar ne de olsa. neydin sen, bordeaux mu? neyse ne, şimdi zamanı mı, tam gidip bir kördüğümü çözecekken, kaç zamandır aklıma dolanıyor zaten. ceketzadem ve kol saatimden bir fikir çıkmadı, senin önerin var mı, ne yapmalıyım?'' 

'—o kadar yürümüşsün ama etrafına hiç bakmamışsın, güzel şeylerin hepsi geride kalmış. artık oturup güzel şeylerin gelmesini bekleyeceğiz.' dedi ayakkabıcağzım. durdum, ayakkabıların hep belli belirsiz bir hüznü vardır. cenaze evinin önünde dururlar öylece, ayakta öylece dururlar. durdum, sadece bir şeylerin geçmesini bekledim. tabanı incelmiş, daha iki buçuk haftalık, ne çok yürümüştüm. hakkı vardı, aynı yolları her gün yürümenin iyi bir gidişatı yoktu. bazı şeylerin yoluna girmesi için önce bir yol gerekliydi, aynı yolları yürümek bir işe yaramıyordu. durdum, burada durdum kaldım. eskiden insanların nasıl sevindiğini hatırlamayacak ya da tahmin edemeyecek kadar. 

''adım dilaver, koşmadım. ama belki sana rastlarım diye oturup bekledim.''