30 Temmuz 2017 Pazar

kaçmak için gün sayıyorum ıssız deliksiz kapısız bir mağaraya. kendimi biliyorum seni de onları da değişmeyiz yontulmaz ve törpülenmez. gözün alabildiğine uzanan turuncu yıllardan ve durulmaz nehirlerden geçiyorum elimde bir kuş ölüsü, kuşaktan pelerinim ve ağaç kovuğu. tavşan deliğine saklanmışçasına çıkılmaz buluyorum burayı. çıkamayacağımdan değil sadece altın renkli buzdan tuvallerin tuğla kelimelerin kazınmış evlerin olduğu yere dönmek istemiyorum, hayat ağacının dibinde oturmuş dallarını kırıyorum. 

çok kolay düşüyoruz ortasına
kargaşanın, aşkın, dürtülerin
bir gece arsız sunulardan geçip
göğsüne sımsıkı bastırdığın alacalı düşünsel
imgesel bedenin

sevgin,
yaşanılası en güzel yanın

alt üst olmuş her şey diyoruz 
puslu hayatın dağınıklığını anlatırken

alt:
bataklığın ortasındaymışçasına çırpındığım yeryüzü,
keskin belirsiz puslu soytarının
hafif dokunuşlarla ağlatmasıydı.
parlat ve boya şimdi gökyüzünü
yeterince ağladık 

üst:
sarı bir koltuğun ortasında
dumansız ve huysuz bir kedinin kıvrımını hatırlatır gibi
yalpalayan ve çember dünyanın
dışındayım, eğikliği yaratıyorum
söyle, ben sormadan hem
bahar geldiğinde mi hatırlanır bahçeler?

alt üst olmuş kurşuni göğün altında
ekseni kaymış resminin 
kaderini yazıyorum;

her şey üst üste geldi,
ben altında kaldım.

antik bir ormanın bitişinde durup
hecelenen sesin duvardan yansıması 
yerkabuğunun çöküntüleri
radyo dalgaları arasında
düşündüm:
onca insanın arasından 
kimsenin hayatına çarpmadan
geçebildim

29 Temmuz 2017 Cumartesi

-hiçbir zaman bana verilen iki seçenekten hoşnut olmadım. yaşamak için akla karayı seçmemi beklediler, ben grinin peşine düştüm.-

hastalıklı kuşlar gibi diğer yarım, sürüden ayrı.
katlanmış yol ve bir tarafın sevilmedin diye
rafa kaldırdığın ince sadeliğin, irili ufaklı saflığın.
yine de çobanıydım içimdeki kuşların, 
boşluklara doğru ilerleyelim dedim
b o ş l u k l a r a düş elim.

zamanın dikey ve yatay kıskacına sığmayan hislere
değindim.

çatlak aynasının ardında akrep yelkovanı öldürmüş
yüz yıl öncesinden mektup elimdeki
bugünleri harfiyen anlatmış
söyle ona bilmiyor ki giyindiğimi
alçak kırmızı pelerinimi
düş-ün-elim 
konum; yeryüzü sıkışıklığı
yabancı değilsin sen 
sen yabancı değilsin
neden, neden bu kadar tanıdık bu his
bu kadar derin?

dokunulmamış kapı kolunun arkasında
tozlu raflara kaldırdım
tekinsiz temkinsiz telkinsiz 
kıpkırmızı benliğimi.

boşluklara doğru düşelim
mümkündür de. düşerse 
herkes kendi içindekilerden birine.

dikenli bahçeleri ve ağlamaklı gökyüzü
yıkılacak çok şey var daha

hatırla 
tutunduğun dal olarak balkon demirlikleri
yaşanmışlıklar olarak eski kullanılmamış hayatın betimlemeleri
devrilmiş saksı, devrilmiş anılar dolabı

hayat; avizenin düşerken ki sessizliği
hayal; pamuk ipliğine bağlı gerçekleşme ihtimali

gece yarısı mavimsi ve okuduğum bir ruhta görmüştüm
dev granitlerden yontulan
ateş çiçeğinin taç yapraklarıyla bezeli yalnızlık heykeli
-heykel de olsa yalnızlığı hak eder mi?-

hem suçsuz hem yorgun
düz çizgide sabit duran 
boylu boyunca uzanan hayatımın
bir tarafı şen şakrak, alelacele yaşanmış
diğer tarafı susuz, gölgesinde bir dağ evi bambaşkalığı

su yeşili bahçeleri ve güleç gökyüzü
kırılacak çok şey var daha

unutma
düşüşün olarak özbenliğin
yaşanmamışlıklar olarak kilitli kalan misafir odaların 
-ve evin de aslında-

ölüm; başka bir dünyada daha iyi başlama şansı
zaman; göreceli yaşama kavramı

gündüz vakti siyahımsı ve anlattığım bir resimde okumuştum
sevginin dışa vurumu ve tunç renkli pazar sabahları
altın nilüferler ve çaresiz sessizliği ölümün
yasını tutuyorum, yaşarken
ölümün.

adım gibi biliyorum. bir ucu toprak ve diğer ucu göğe uzanan yeryüzünde, misafir odasında gibi duruyorum. karanfil kırılganlığı, solgun hayatlar, bahar fısıltıları. her kışın hatırlarım; değişimin varoluşsal gerekliliği, vals ve yeşil şarap. bilmek ve hiçbir şey yapamamak bir başka ölmek türü değil midir, bir başka can sıkıntısı. mekanizması bozulmuş bir kurmalı hayat, sanki başkasının ceketini giyer gibi üstümde. diyorum ya,
yaşamak, yüktür.

"başı ve sonu belli bir hikayenin ortasındayım/şimdi ne yaparsam yapayım/sonunda yürüdüğümüz o köprüden/atlamak zorunda kalacağım."

yaşamak; nefes almak anlamına gelmez
yük; kuş tüyünden düşünce erozyonu

yüzünde bir dağ evi sakinliği
içinde harlı ateş

ben; bir unutulmuş balkon çiçeği(yim)

26 Temmuz 2017 Çarşamba

127. kıyıya vurmuş şiir

-cihan'a-

kollarım sımsıkı bağlı
elimde paslı kanatan çivisiyle sımsıkı
kabus gibi bir hayatın
zamanlarını araladım

dehlize kapatılmış prensin ağıdını aralıyor, 
yaşamamışlığım

"bir eve girdiğinde ilk
kapının yerini öğrenirsin."
perdeleri yıpranmış
kararmış örtüleri ortası oyuk koltukları
tunçtan kalbe kilit vurur gibi göz kapakları
acıdan yapılmış yatağı
boşluğa dayanan merdiveni yıpranmış
kurşun dökülmüş ayaklarımla durdum

kahrolsun birbirini kıra kıra ilerleyen insanlık!

dört bir yanı
dağılmış kalbimi 
çocukların dokunabileceği yere sakladım
neden bir sallanan sandalye
sallanan sandalye gibi köşede durup durmadan ses çıkartır 
alışamamışlığım?
boğucu, tutuk,
ve yutkunulmaz hüznüyle.

23 Temmuz 2017 Pazar

126. kan kokusu

her şeyi akışına bıraktım
çok geçmeyecek biliyorum
diyeceğim ki
her şeyi akışına bıraktıktan sonra
sular altında kaldım

her sabah yalnızlığa açılan o sandallardan birinde 
otururken, neden seslendin 
de
boşa çektiğim kürekleri bırakıp
suya atladım
hiç yokken bile neden boğazımda ellerin
pencerelerde, ve yağmur sonrası ıslak 
yaprakları dökülmüş, gövdesi çürük
kalbimden ne istedin?

upuzun bir sonbahar geçmiş üstümden. unutulmuşum, kirli balkon gibi kalmışım. iğne atsam yere düşmezdi ama tıklım tıklım yalnızdım dedim kendi kendime. havada sırılsıklam ve kupkuru bir hengame, gürültü. bir sokak ortasında yalnızlığım, ben ve bir dağılsamadan öteye gidemeyen içsesim,
yaşamaktan gözlerim 
yanıyor.

acının olduğu yerde
bütün çocuklar büyür

elimin tersiyle sildiğim dirseklerimden akan yaş, görünmez bir duvar gibi çocukluğum
kaybetmeseydim keşke sana dönülen yeri 
düşündükçe sanki kafamın içinde çok tozlu eski 
bir halıyı çırpmaya başlıyorlar ve deli gibi 
öksürüyorum
kaç kere sokakta, uzun yürüyüşlerin sonunda
görünmez bir duvara çarptım
kuş sesleri, ve tavana asılmış incecik bir kafes
içinde aklım, içinde yanılsamalarım
bembeyaz bir tavşan deliği
durmadan düşüyorum
-zaten düşerken
duramaz insan-

düşüyorum, öyleyse varım!

124-125. eski bir şarkı

124. tomorrow will be a better day

biricik gün ışıdığında
tomorrow will be a better day 
yıllardır inanılan yalanlar, 
yalanlarımız

parçalanmış bedenimin üstüne serilen
boş yatağa sabahları serilen gibi bir örtü
giderken sıcak nefesini cama üflemiş
bir kaç kelime -bırakmış- 
yıllar öncesinden
sonu baştan bilinen bir hikayeyi 
-sonunda öleceğini bile bile
yaşayan bir kahraman gibi-
yaşadım 
mı?

meyve veren ağaç gibi küskünüm
bir dağ düştü üstüne çocukluğumun
kilimin altına saklar gibi bütün tozları
derimin altına
sakladım kendimi

tomorrow will be a better day
gitmeden
sardunyaları her gün sulardı
ve sardunyalar gibi soldum
ben de
-geçmedi,
geçen tek şey zamandı-

125. eksik lütuf

bunca şeyden sonra,
bana seni sorarlarsa
derim ki;

kırardı bazen 
yaralardı
ağır sözler ederdi
sonra kalkar
yaraladığı yerden öperdi.

122-123. 101 1010


123. boğulma denemeleri

insanın kendisi zaten büyük bir yıkımdır. bir ağacın yıkılması bana hep seni hatırlatır.

kırmızının kırk tonu, ve sarı sokak lambaları 
altında
bir apartmanın dördüncü katından aşağı bakarken 
bile çocukluğumu hatırlatıyorsun

kan kanla temizlenmez, suyu suyla silemezsin

suyu açıp ağladı, ve sustu "konuşsam anlaşılmayacağıma eminim, bu susmak sayılmaz!"
soğuk, kireçli su içinde burnu
ellerinden anlaşılıyor 
bu yüzyıl içinde biri anlasın diye bekliyordu
karanlığı ve yosun kokusunu 
duyuyordu kulakları ve 
düz bir çizgide ilerleyen karıncaları görüyordu
ayağı kısa masaların, üstü ağlamaktan dağılmış kağıtların hüznü üzerinde,
avcunun içinde bin yıldır sakladığını, kimseye gösteremeden gideceğini 
biliyordu. 
ağladı, sustu. güldü. ağladı, ağladı, sustu.
kendi kendine sordu,,
dağılmak için neden bir duvara değil de 
bir insana çarpmam gerekiyordu?

21 Temmuz 2017 Cuma


121. ortalamaya yakın yanlı kamera bakış açısı

üşüyor musun? özür dilerim, ceket bir işe yaramadı.

artık sadece etrafı izliyorum. uzunca ve yerimi değiştirmeden, bir kamera gibi. senden daha ilginç, ilgi çekici bir şey görmedim. 

örneğin,
saçların dağılışı, üstüne sinen gençlik hevesi, sinirlendiğinde alnında oluşan kırışıklığı, eğilip yerden aldığın bir parça gökyüzü, şaşırınca tek kaşının kalkışı. kaç farklı yerden sana baktım bir bilsen, hepsinde ayrı güzel, ayrı saf ve ayrı ipeksi. yüzünde bir kelebek kokusu, ellerin dünyanın bulvarı. kalabalığın haşin yalnızlığı. bu zamana ait olmayan, sanki yüzün ölümsüzmüş gibi kalıcı. tutup güneşin sana dönüşü, ve aynı anda her şeyin ellerinin altında eriyip gidişi. göğsüne düşen kolye, ve gözlerinin ormansı yeşili. ayak bileklerinin altında ezilen insanlık, parmak uçlarına inen altınsı bulutlar, burnunun incecik eğimi, ah! masadaki çiçek bile sana eğimli. dirseğinden omzuna doğru akan nehir, ve bardağı umursamazca tutuşun. sesinin arkasına gizlenen çocuk. 

üşüyor musun? özür dilerim, ne yaptıysam seni kendime ısıtamadım.

20 Temmuz 2017 Perşembe

değişim

omnis motus, 
quo celerior, 
eo magis motus.*

hissedin.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

120. firuze

I.
birazdan firuze,
birazdan seni düşüneceğim yine
bir durulmaz nehir akar şimdi 
geyikler usulca uyur bir yerde

bir tren geçer şehrinden 
seninle ilk görüştüğümüz o yerden 

bu kaybolduğum koskoca denizde
ölü adamın gitar konçertosundan
ve unutmayan balıklardan 
bahset bana firuze
soğuk savaş zamanları filan
ve en kalabalık sokaklardan 
elleri cebinde geçenleri anlat

II.
firuze, 
birazdan seni düşüneceğim yine
bir apansız hüzne kapılırım
ağlarım diye korkuyorum

oysa seni sevmek gündüz ve gece,
tutkulu ve ırmaksal bir sesin
dalgalanışını izlemek öylece

ab orgine ego pro te!

güneş doğdu çoktan 
ve sesini duymak sabahları,
bir çeşit kuş cıvıltısı
dedim ya, ego pro te!
ve bu yara sonrası
bir yaradan çok doğum lekesi
'ne benziyor

hâlâ yüzünü görmek, kokunu duymak bir kalabalık arası
dengemi bozuyor
kirpiklerim ıslakken gülüyorum bazısı,
yaralıyordu bu, unutulmuyor

firuze inan,
nefes almak için açtığı pencereden atlayabilir insan
dayan diyorum kendime sonrası, dayan.

III.
firuze,
insan bazı şeyleri anlatamaz
çünkü kelimeler bazı şeyleri anlatmaya yetmez

şimdi ben diyorum ki ülkemiz üç tarafı 
acılar deniziyle çevrili kara parçası
ve ne yazık ki o denizde
yüzmeyi de öğreniyoruz
ölmüyoruz ne yazık ki ölmüyoruz
yaşıyoruz öylece
anlıyor musun?

sonuna kadar gitmek istiyor insan,
bıçak kemiğe dayanmadan
yaralandığını fark etmiyor işte

18 Temmuz 2017 Salı

119. akut aidiyet duygusu eksikliği

şarkıyı duymak için tıklayın.

tutkulu ve ırmaksal sesinin ağır bir kayıtsızlıkla dalgalanışını hatırlar gibiyim. dönüşüm ve güzelleşmek adına ne varsa kullanılmıştı. olduğu gibi kalan, yapaysız ve kıyılmaz olan tek şey bu hatıraydı. diğerlerinin üstünden binlerce kere geçmiş, anları eskitmiş, soldurmuştum. fakat bu yeni olan pasparlak ve canlı, tıpkı sabah güneşinin bir bardak suyu kırıp oluşturduğu gökkuşağı gibi. iyi ki geçtin hayatımdan, senin radarına girmiş olmak bile bana yetiyor.
sessizce, arabaların geçmediği, çanların çalmadığı, kapı zillerinin, eskicilerin olmadığı ve daha nice gürültüden uzak bir sokakta kaldırıma uzanmışım. başkası olsa ölüm sessizliği derdi, ben ise sadece kafamın içindeki dünyada gezip keyfini çıkarıyordum. uzun sürmedi tabii ki bu, bir zabıtanın yanıma yaklaşmasıyla kalkıp yürümeye başladım. zaten güzel olan her şey kısaydı, sarılmalar birkaç saniyeydi ama ayrılıklar bin yıl kadardı.

dışarıdan bakıldığında hiçkimse benim kaldırımda uyuduğumu inanmazdı. güzel giyimim olduğunu duymuştum bir tuhafiyeciden. çok sonraları, retro dediler üstümdekilere. yeniyken moda, eskiyince retro. bunu öğrenmiştim. bir tramvaya bindim. hayatımda ilk defa olduğunu söylemiş miydim? bu şehirde benim ilk günüm, evim yok bundan ötürü. tanıdığım da yok. kim istersem o'yum burada, neil young bile olabilirim. ama şimdilik evsizim. 

peşime takılan köpekle bayağı yol yürüdük. ona K. adını verdim, birkaç saatte buna alıştı. bana şehri gezdiriyordu. kahvaltı yerine ayaküstü bir sade kahve içtim. gün ne güzeldi, güneş bu denli parlak, insanların yüzünde göğe varan gülümsemesiyle. kendi kendime bunları düşündüm, içimden söylediğimi zannettim ama sessli düşündüm sanırım. beni deli zannedebilirlerdi ama bunu bana söylemeye geldiklerinde onları iki yanağından öpüp geri gönderirdim. her şey görünürde iyiye gidiyordu. iki gündür sigara içmiyor, gülüyor, karamsarlığımdan kurtulmuş bir şekilde yaşıyordum. ve cebimde çok param vardı. istediğim yerde en pahalı yemeği yiyebilirdim ya da en pahalı viskileri içebilirdim. 

''evet.'' dedim kendi kendime. ''daha ne yürüyorsun?''

hemen kendime bir taksi tutup, şehri en tepeden gören falez otele gittim. taksiciye bir yüzlük verdim. otelden içeri girdiğimde bagajımın olmadığını ve kral dairesini istediğimi söyledim. restauranta gidip karnımı iyice doyurdum, sonrası müdürün yanına gidip bir kahve içtik. barda martinimi yudumlarken güzel bir kadınla tanıştım. garip bir şekilde her şey yolundaydı. kendimden geçmiş, kim olduğumu, geçmişimi, kaygılarımı geride bırakmıştım. ''bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir.'' diye düşündüm. 

fakat keşke saatin artık durduğunu, pilinin bittiğini ve bir dakika geçince yine yanlışı gösterip her şeyin bozulacağını fark edebilseydim. 

burnumdan kan akmaya başladı. alkoldendir diye düşünüp arkadaşlara afedersiniz diyerek ayağa kalktım. lavaboya giderken  garsona masaya bir şişe daha şampanya götürmesini söyledim. lavaboya girdim. karşıdaki aynada kendi yüzümü görmemle bütün benliğim geri döndü, bütün kaygılarımla. gözlerim doldu durup dururken, burnuma yüzüme bulaşan kanı temizledim bu aralıkta. kaldığı yerden devam ediyordu kendim olmanın inanılmaz kasveti. ve sonrası, her şeyi bir anda hatırlamak, ağır geldiğinden olacak. oturup kendi hayatımızı düşündüğümüzde yolunda olmayan her şey üst üste birikir ve aklımızda oluşan yolunda gitmeyen şeyler listesinin altında kalırız.

hızlıca odama gittim. yatağın kenarına oturdum. "keşke." dedim. bir anda bu kelimeyi ilk defa duyuyormuş gibi oldum. birkaç kere kendi içimden tekrar ettim, bir yerlere koymaya çalıştım bu kelimeyi. buna "jamais vu." deniyormuş. deja vu'nun zıttı. bir şeyi ilk defa yaşıyormuş gibi hissetme. jamais vu. seni her görüşüm ve hepsinde ilk defa görüyormuş gibi tepki vermem jamais vu olabilirdi. 

düşündüm. bir sigara içtim;
''insanlar kendini anlatmana rağmen seni anlamıyorsa ne yapardın?''
"insanlar seni anlamazsa ne yapardın?''
''kendini anlatmaktan vazgeçersen ne yapardın?''
''kimse anlamazsa anlatır mıydın?''
''ya bin kere demiş ve yine anlatamamışsan kendini?''
''ısrarla anlamıyorlarsa, ya senin yaptıkların onların doğrularına tersse ve senin doğruların onların yanlışlarına denk geliyorsa?''
''yanlış mı olur yaptığın? yoksa onların doğruları yanlış mıdır?''

dedim ki kendi kendime, ''konuşsam anlaşılmayacağıma eminim, bu susmak sayılmaz.'' 
bir kağıt çıkardım, kırmızı tükenmez kalemle yazıverdim hızlıca.


sadece küçük bir ayrıntıydı, ve ben kayboldum. sığ bir denizdi fakat boğuldum. sarsıntı o kadar güçlü değildi ama ben dayanıksızdım. çok yüksek değildi ama düştüm. kırılasım vardı, siz sadece dokundunuz

[imza] 

bir sigara daha içtim, bir şarkı açtım. banyonun duşluğuna geçirdiğim ipi sıkıca bağladım. tabureye çıkıp, başımı ipten geçirdim ve etrafa son bir kez bakındım. şarkı hâlâ çalıyor, sigaranın dumanı hâlâ üzerinde. belki beni bulduklarında sigara yanmaya devam ediyor olacaktı. fark ettim ki, insanın kendini bildiği tek yer otel odasıymış. valizi elinde, her an gitmeye hazır. hayatın ta kendisi. 

ayağımın altındaki banyo tabur

118. virgül

yüküm ağırdı
kuracak güzel cümlem kalmadı
zaman yok, birkaç nefes, bir iki iç çekiş
aklım karıştı, sana.......
ve gün çoktan ağardı

koşuşturmalar, kornalar
kendi kendine bir yerde öylece dönen şarkı
ışık hızında geçen zaman ve ceplerimde taş parçaları
-fazla yükselmemem için aslında-

onca kalabalığın, milyonların arasında
sıfırdan bire gitmeye çalışırken bana
bana neden virgül attın da
ne kadar koştuysam
bir tam olamadım
eksik kaldım?

117. izlenimler


izlenimler, madde 2: dilaver gündoğdu, yeniden doğdu.

hastaneye yetiştirmeye çalıştılar beni. adımı söylemeyeceğim artık, çok düşündüm. bir kaç kelimeyi insana zımbalamanın bir manası yok, ben kendimim. adım dilaver fakat orjinalde ne olduğunu bilmiyorum. herkesin adı vardı, sürü psikolojisiyle ben de bir isim uydurdum. Le Bon bunu uygun görmüştü zamanında, sürü atlıyor diye koyunun sürünün peşinden atlamasını. ben sürüden ayrıldım, kendi başıma atladım. ''adım dilaver, kendime verdiğim sözleri tutamam.''

hastanede güzel bir hemşireye aşık oldum, ellerimin titremesi kesilmişti. fakat bunun sebebi morfin de olabilirdi. iki ve üçüncü costalarımın arasından bir domdom kurşunu çıkardılar. derine gidememiş, taş gibi kalbim durdurmuş onu, altı dikiş attılar. oysa göğüs kafesimde bir pencere varmış gibi hissediyordum daha önce, yani dikişten hemen önce. gün batımının sıcaklığını ve hiçbir yere gidememenin verdiği acının burukluğunu hissediyordum. birden pencereyi çekmişler gibi oldu fakat, daha öncesinde, belki çok daha öncesinden o pencereden atlamıştım. kafamdaki pencerelerden ona doğru. hayal meyal hatırlar gibi oldum sol ayağımı hastanenin otomatik kapısından dışarı doğru atarken, hayal meyal düşüşümü ve sonrası. demiştim kendi kendime, ''kendine verdiğin sözleri tutamayıp, başkalarının sözlerine tutunduğun için bu düşüşün.''

hayır, kendi kendime konuşuyorum her zamanki gibi. bir gün boyunca, hiç kimseyle konuşmadan jimi hendrix dinleyip kendi iç savaşlarımdan yaralı çıktığım oldu. ve nasıl oluyor hiç aklım almadı, bir çiçeğe dokunmak için yavaşlayan ben, kendi kendimi yiyordum. bir sigara içtim, sonra bir tane daha. hastaneden sadece beş adım uzaklaştım. otobüs durağına geldiğimde durdum, saat gece iki buçuk, sokaklar ve daha fazlası, gözünün alabildiğine sessizlik, somutlaşan, ağırlaşan, gitgide çöken bir hava. bu ağırlığı yeniden hissetmeye başlamıştım. hastaneye dönebilir ve bunun sebebinin araştırılması için muayene olabilirdim, fakat önümden bir tren gibi geçti. hızlı, kendinden emin ve bir sonraki adımını hesaplamış. üstünde binlerce kez çalışılmış bir konuşma gibi güzeldi. peşine takıldım, bir insan gecenin ikisinde hızlı adımlarla nereye giderdi? ''düşünme, içinden çıkamıyorsun. dışarıya dön, zamanın kısıtlı, sol ayak, sağ ayak, sol ayak, aferin. nr demişti nilgün marmara, "üzgün adım, ileri marş!" sola döndü, virajı al. arkasını dönecek şimdi, seni görürse ne yapacaksın dilaver günbattı? çarpık bir gülümsemeyle selam mı vereceksin, yoksa topuklayacak mısın biraderim? düşünme, düşünme, düşünme. sayın kol saati, sen ne diyorsun? devam mı tamam mı, ağlıyor. ne, ağlıyor mu? neden buraya geldik ki, neden tam şu saniye tam buradayım,dünyaya bir sokağın kenarında ağlayan bir kadını takip etmek için gelmemiştim sanırım, yani tanrının amacı bu olamazdı. hass... düşünme, düşünme, düşünm..''

bir an izini kaybettim. sonra bir vitrindeki giyside ona rastladım. kendime yakıştıramıyorum aslında bir kadını, belki yarıtanrıydı ya da fildişi ve ay ışığından yapılmış bir yunan miti, takip etmek hiç de etik değildi. fakat bunu sevgili kalbim ve daha sevgili ceketime anlatmanın bir yolu yoktu. 

''sevgili ceketzadem, konuşmayı planlıyor musun?''

''ağır ağır ilerliyoruz işte, acelesi yok. önce yavaş yavaş sonra birden, en tehlikelisi bu değil mi? hafif görünen şeylerin ağırlığı. uyku gibi, kanser gibi, dikiş ipini iğnenin deliğinden geçirmek gibi. hafiften, ama elini çabuk tut.''

''peki bu sırtımdaki ağırlık, yarıda kalan hikayelere benzemesin, ona da bir son yazalım şimdi şurada.'' dedim. ceket yakasını kaldırıp —abla sola döndü, diye fısıldadı. koştum, yetişemedim. peşinden koştuğum hiçbir şeye yetişemedim. kayboldum da ara sokaklarda, üç saat sade'nin orada dolanmışım, ana yola çıkınca fark ettim ki aynı yerde daire çizip durmuşum. başladığım yere gelip bir daha, bir daha dönmüşüm. bir anda çarpıştık. üstümdeki şaşkınlığı ancak bir fizik kuralının aklıma gelmesiyle atabildim. bunu bana bir gece uyuyamadığımda kulağımın dibinde, kendine has üslubuyla tik-taklayan kol saatim söylemişti, ''iki gezegen çarpışana kadar birbirinin etrafında dönmeye devam eder.'' ve sonunda çarpışmıştık.

''adım dilaver, bu şaşkınlığı ancak bir uçurumdan atabildim. adımı söyledim evet, korktuğumda aklıma ilk gelen şeyleri söylerim. ama şu an korkmamışım, sadece şaşkınım. korkuyor olsam, adını bağırırdım.''

omzuma çarpıp geçmişti, bu kadar dağılmayı ben bile beklemiyordum. fakat bir önemi yoktu. bazı şeylerin dağılacağını bildiğim halde topluyordum zaten, meselâ kalbimi. 

saat altı buçuk, osman abi bakkalı yeni yeni açıyordu. göğsümdeki yara çarpmadan ötürü sızlamaya başlamıştı. bir tabure buldum, oturdum. sigaramın altıncı teki, ''birazdan dışarı çıkacak, aynı yola koyulacaksınız, ama çok farklı yerlere yürüyorsunuz. sen dağları aşmaya çalışıyorsun, o ise geçmişinden kaçmaya. nerede kesişebilir ki yolunuz?'' dedi. —burada, bak tam osman abi'nin bakkalının köşesinde, dedim. girdiği marketten elinde poşetlerle çıktı yine kendine has hızlı adımlarıyla yürüdü, kırmızı ışığı beklemedi, sanki bütün dünyayı elleriyle olduğu yerden yönetiyormuş gibi, ya da bütün insanlık ona hizmet ediyormuşçasına bir yürüyüş. ben arkasında, ceketinin içine saklanmış, onun yüzünün her ayrıntısını ezberlemeye çalışıyordum. ilk defa görüyormuş gibi, bir daha göremeyecekmiş gibi. ''adım adım yaklaştın dilavercik, düşüyormuş gibi yapıp ona tutun. hem sakar olduğunu gördü. ya da düş, öldürmeyen allah öldürmez, belki insafa gelip sana döner, elinden tutup kaldırır. '—elimden mi tutar?' eh, yani isterse tutar, düşük ihtimal. belki hastaneye götürür bile. '—acaba göğsümdeki dikişi söksem daha mı kesin olur, yani elimden tutma işi.' o kadar değil dilaverciğim, ya ölürsen? '—onun ellerindeyken mi, ah ne güzel olurdu! hemen bu dikişi sökmeliyim!' dur be kardeşim, hemen celallenme. dilaverlen biraz, sen sakinsindir. '—cidden bu espriyi mi yaptın, ben seni nasıl aldım saatçiden?' aldın işte, dikişler kalsın. yürüyelim bence. arkasına bakar belki görür seni, düşük ihtimal.'' 

yürüyerek yeraltı çarşısından kışlaya kadar gelmiştim. ayaklarıma kurşun dökülmüş gibi yorgundum. kışlanın oradan aşağı inip bir kahveye geçtim, bir çay bir de simit. cebimden geçenlerde aldığım kitabı çıkardım, azar azar göz gezdirmeye başladım. pek şaşalı bir kapağı yoktu, neyi güzel geldi de almaya karar vermiştim hatıramıyorum. sayfa aralarına biraz tütün girmişti, kitap kokusu tütün kokusuna karışmıştı. çayı hızlıca içtim, kitabın bir sayfasında ona rastladım. peşinden takip etmeye devam ettim. çayın yanına iki bozukluk bırakıp çıktım, simit elimde, yarısı kemirilmiş. otogara doğru gidiyorduk sanırım, ya da sinemaya. koşarken sigara yakmaya çalışıyordum, dengem bozuldu. elimden düşürdüğüm çakmak ızgaranın birine girdi. ne kadar uğraştıysam çıkaramadım, bir arabacıdan aldım çakmağı, iki liraya. dört sigara içtim, elimi çeneme yaslamış sinemadan çıkanları izledim. ''yine bir köşeyi dönüyorum, içimde seni görmek umudu.'' ''yine bir köşeyi dönüyorum, kendime çarpıyorum.''

çiftler halinde çıkıyorlardı, hava biraz serincek. bir şarkı çaldı sonrası, ağır ağır yürüdüm sokakları.

beklenmedik bir şey olur diye durup bekledim biraz. ''adım dilaver, belki bin kere konuştum. yarım ve çeyrek gündür yürüyoruz birlikte. bonjour, étape dilaver. tu me manques comme un fou.''

bir şarkı çaldı, oturduğum yerden ağır ağır kalktım. bir anda, son sürat giden freni patlak bir kamyon gibi duvara tosladım. ''adın dilaver gündoğmadannelerdoğar, şu hayatta kimsenin hayatına çarpmadan yürüyebildin, sonra gidip bir duvara çarptın.''

''sayın ceketzadem, ne önerirsiniz? '—görmemiş gibi yapın.' hiç hoş değil, yapmam. ya sen  sevgili kol saatim, var mı bi tik-tak'ın? '—dizlerinin üstüne düşme, bunun dışında ne yaparsan yap.' yürümeye devam o zaman, üzgün adım ileri!.''

gerçek ve rüyanın birbirine girdiği zamanlarım olmuştu. bu ikisinin savaşının arasında kaldığım, gerçek ve rüyanın ince çizgisinde gidip geldiğim... ama bu öyle değildi, tamamen net ve gerçeklik kaygısından uzaktı. yan masada, buğday renginde saçları ve her yanı kaplayan gülüşüyle oturuyordu. yanılmış olamam, her gün bütün sokakları akşama kadar birlikte yürüdüğüm bu yüz, bütün hayatın kaygılarından uzaktı. farklı bir dünyanın kapılarını aralıyordu bana, ve o aralıktan ben sığamıyordum. geri dönmek istedim, yanına, aslanların ve geyiklerin yan yana, usul usul yaşayabildiği yere. yürünmekten bir garip olmuş ayakkabılarıma kulak verdim. başımı hafifçe öne eğdim daha iyi duymak için, ''biraz yüksek sesle konuş mokasen, bizi duyamazlar ne de olsa. neydin sen, bordeaux mu? neyse ne, şimdi zamanı mı, tam gidip bir kördüğümü çözecekken, kaç zamandır aklıma dolanıyor zaten. ceketzadem ve kol saatimden bir fikir çıkmadı, senin önerin var mı, ne yapmalıyım?'' 

'—o kadar yürümüşsün ama etrafına hiç bakmamışsın, güzel şeylerin hepsi geride kalmış. artık oturup güzel şeylerin gelmesini bekleyeceğiz.' dedi ayakkabıcağzım. durdum, ayakkabıların hep belli belirsiz bir hüznü vardır. cenaze evinin önünde dururlar öylece, ayakta öylece dururlar. durdum, sadece bir şeylerin geçmesini bekledim. tabanı incelmiş, daha iki buçuk haftalık, ne çok yürümüştüm. hakkı vardı, aynı yolları her gün yürümenin iyi bir gidişatı yoktu. bazı şeylerin yoluna girmesi için önce bir yol gerekliydi, aynı yolları yürümek bir işe yaramıyordu. durdum, burada durdum kaldım. eskiden insanların nasıl sevindiğini hatırlamayacak ya da tahmin edemeyecek kadar. 

''adım dilaver, koşmadım. ama belki sana rastlarım diye oturup bekledim.''

16 Temmuz 2017 Pazar

üstü karalı

geceden, çok karanlık bir örtünün altından
korkup, yorganı başına çekmiş çocukluğum
boğazımda hacimsiz, şekilsiz, nerden geldiği belirsiz
nasıl oldu da böylesine yoruldum

zamansız, mevsimsiz çiçekler ekmişsin
açmaz, filiz vermez denmiş
şimdilerde büyüyüp kök salmış içime,
ellerimden ayaklarımdan kalabalıklara taşmış

odamda, bir geyik göründüğünde pencereden 
eski bir fotoğraf gelip konduğunda başucuma 
nerden geldiği belirsiz bir acıyla pençeleşirim
bir geyik gibi, bir aslana karşı
bilirim, savaştığım şeyleri kaybederim

baş ucumda kol saatim ve sonsuz tik-takları
bir ömür geçmiş gibi tik ve takların arasından
beni yoran birdenbire yıkımlar, hesapsız
nerden geldiği belirsiz. 
kırık bir kalemin bir kuşu kurtardığı
ve unutulmaz güzelliği yarınların
unutulmaz güzelliği yüzünün
bir tik-tak arasına giren ince, kırmızı,
korkusuz yüzün...

sana bakıp yürüdüğümde
dengemi bozduğunda parke taşları
hangi yol bu, hangi uçurumun kenarı
derim içimden belli belirsiz,
''anlamadım sandınız değil mi,
bana hep döndünüz, ama burada mıyım diye kontrol etmek içindi.''

ve ben ağır aksak bu dünyadan
geçerken hiç yokmuş gibi
kimsenin hayatına çarpmadan
kimse bilmeyecek, hangi acılardan gelip hangisine gittiğimi

kurutulmuş nefreti, kalbimden söküp attım
bir pazar arabası gibi devrilmiş, kırılmış cam gibi sesimi
bir kaldırım kenarına bıraktım.

konuşuyorum oysa içime doğru
ah bir duyulsa
ah,,, bir duysan.
bir geyik 
bir aslanı
boğacak.

11 Temmuz 2017 Salı

116. izlenimler



izlenimler, madde 1: adımdan adım adım uzaklaşıyorum.

ya ters gider ya da hiçbir yere gitmez. yolunda gitmeyen şeyler hep böyledir. orada, dünyanın en güzel portresiyle aramda duruyor hep. gitmesini bekliyoruz. oturup bekliyoruz ama hiçbir şey olmayacağını biliyoruz. zaten beklemek böyle bir şeydir.

adımı arıyorum kaç gündür. adım, kaç harften olabilir ki, nasıl yapışabilir üstüme bir zımba telinden geçmiş gibi. ve ben adımı nasıl bir sokakta yürürken kaybettim, öylece yok oldu zihnimden? altı gün önce güzel bir kadın gördüm. ''merhaba, benim adım dilaver.'' dedim. o günden beri adım dilaver.

çetinkaya'ya çıkmadan önceki sokakta sabahın köründe koşturuyorum. hatırladığım bu, iki elimle ceketin düğmelerini iliklemeye çalışıyorum. yakalarını kaldırıyorum hemencecik, ellerime bir cep bulup geçiriyorum hemen. ''adım dilaver. sizin adınız ne? yirmi yaşındayım, eylülde doğdum. annem beni doğururken ölmüş, mayısta. buraya bir yıl önce geldim. çok güzel gözleriniz var, bir içki içer miyiz? olmadı yürüyelim isterseniz.'' "pardon, çakmağınızı kullanabilir miyim? teşekkürler, bu arada adım dilaver, memnun oldum. sizin ki..."

dün en son zübeyir abi'nin evinde oturuyordum. dolmuş yoktu o saatlerde, bende arayıp gelemeyeceğimi söyledim evdekilere. oturduk biraz kağıt çevirdik. bir şey oldu sonra, bir ağırlık. anlam veremediğim bir hüzün dağıldı odanın içine bir sis bulutu gibi. sabaha zor çıktık ordan. gazdan zehirlendik diye düşünmüştüm akşamı, ama değilmiş. oysa bu düşünceyle rahat uyumuş, başımı yastığa hesapsız, dertsiz, tasasız koymuştum. ''adım dilaver, durun adınızı tahmin edeyim. ayten mi? değil mi, tüh tutturamadık yine. elleriniz ne güzel, benim olsun. ilk gördüğümden beri size bakıyorum. bu dansı bana lütfeder misiniz?''

dolmuşa bindiğimde soğukta onbeş dakika beklemiştim. marketler, manavlar, bakkallar bu saatte kapalıydı. iki sigara içtim orada, bir taşa tekme attım. dolmuş geldi bindim. sessiz halsiz bir selamlaşmadan sonra yerime geçip oturdum. yukarı kaldırdığım yakanın arasında kayboldum bir an, ellerim ceplerimde. gözlerim baktığı hiçbir yerde tenimi göremiyordu. ellerim, ayaklarım, gövdem. 

''sanık, dilaver gündoğdu. soruldu, dün akşam yedi sularında neredeydin. ekrem'in birahanesinde, dedi. soruldu, ekrem buna şahitlik yapabilir mi?. yapar kanımca, dedi. soruldu, oradan çıkıp ne yaptın?''
-yürüdüm, çok yürüdüm sonrası. evler binalar bitti, kahveler tükendi ben daha yürüdüm. bir yere geldim, taş toprak. gerçekler bir örs gibi üzerime düştü. neydi bu sızı, nerden geldi yapıştı üstüme, çocukluğumun üstüne bir kan lekesi gibi.-
''yürüdüm, vivaldi'ye doğru. yarım saat kadar, dedi. karar verildi, sanık dilaver gündoğdu zihinsel şiddet ve bireysel grev suçundan iki günlük ev hapsine çarptırılmıştır.'' 

dört saattir yemek yemiyordum. dolmuştan indim koşaradım. börekçiden aldığım iki böreği, vilayetin iki sokak gerisinde denize karşı bir bankta yemeye başladım. ''göreceli uzaklık kavramı. göreceli genişlik kavramı. genişleyip daralan sokaklardan geçtim, uzayıp kısalan yollar. oturduğum bank, ne kadar geniş, ne kadar dar!. kaybolduğum yere sığamıyorum.''

elimdeki börekleri bitirince ayağa kalktım, soğuktan titrerken iç cebimden bir sigara çıkardım. kibriti çaktım fakat rüzgar söndürdü, bir daha denedim ellerimi siper ederek. yaktım. ''adım dilaver, sizi tanımamda bir sakınca var mı? yok mu, ah teşekkür ederim o sizin gülüşünüzün güzelliği. şurada monet'in camille'si var. görmek ister misiniz, ya da boş verin camille'yi, benim yeşil elbiseli kadınım olun. daha iyi tanışırız böylelikle.''

neden sigara içtiğimi düşündüm sahilde yürürken. dünya bir arı kovanı olmalıydı, ve ben de balı çok seviyordum. arıları sakinleştirmek için antik insanlar dumanı kullanırdı. bu yüzden sigara içiyordum. hem kendimi hem de insanları sakinleştirmek için, sakinleşmek için. yoksa şuradaki ucube süt mısırcısını ellerimle boğardım. ''adım dilaver, kaç saattir sizi izliyorum. alışıla gelmişliğin dışında bir güzelliğiniz var, ama beni reddetmenizden korkuyorum. bilin, eskisi gibi olmam bu saatten sonra. evet, bu beş dakikada çok değiştim tanımasam da sizi, değiştirdiniz işte. şimdi giderseniz, bir şeyler hep şurada duracak yanmayı bekleyecek. öyle düz yolda yürürken değil dolambaçlı bir yolun köşesini dönerken sizinle karşılaşacağım meselâ, biliyorum eminim karşılaşırız. bu yüzden her köşeyi dönerken içimde hep bir şeyler kımıldamaya başlar. neon lambalar soluklaşır, arabalar çarpışır. kupkuru bir şey, hacimsiz, şekilsiz, kokusuz. şuramda durur. yine de gidiyor musunuz, ho-hoşçakalın.''

sonunda bilindik sokaklara gelmiştim. hiçbir şeyin sonuna kadar gidemiyorum, bir yerde duruyorum veya başka bir şeye yetişememekten, geç kalmaktan korkup geri dönüyorum. sigarayı yarım içiyor, okuduğum kitabı yarısına kadar okuyor, yemeğimi yarıya yiyorum. yarım kalanların hikayesi böyledir biraz bence, yani kimseye kızamıyor ve kendimden çıkarıyordum bütün kızgınlığımı. çelik kahvesine gelince durdum. kahvenin camında kendi yüzümü gördüm. evet bendim bu. '' adım dilaver, sizin adınız ne?.'' '' merhaba, bendeniz dilaver, size bakarken bir şiir yazdım. a-az önce, okumamı ister misiniz?'' ''merhaba ben dilaver, saçlarınız ne güzel.''

içeri girdim, ağır adımlarla. dün akşam zübeyir abilerin evinde çöken ağırlık geldi buldu beni yine bunca sokak bunca insan arasında. sırtımdaki ceketi taşıyacak gücüm yokken aklımdakileri taşımaya çalışıyorum. ''adımı boşverin şimdi. sizin adınız ne?''

iki çay söyledim. bir de pastil. soğuk boğazıma vurmuştu. abidin'i çağırdım, can kardeşim. bir iki yaş küçük benden bu mahallenin ağabeylerindendir kendisi. cepken, posbıyık filan jilet gibidir hep, saygınlık ya façası hep düzgün gezer. ''buyur abi, hangi rüzgar attı seni buraya?'' dedi. ''bana acil yeni bir ceket bulmalısın, bu çok ağır.'' dedim. şaşırdı, bilemedi cancağzım tabii ne diyeceğini. çıkardı verdi ceketini, ben de kendiminkini onun sırtına attım. çıktım oradan. ''merhaba, adım dilaver. buralar benden sorulur. oğlum salih buraya bir içki. başınız belaya girerse, laf olursa filan beni bulun. bu arada adınız neydi?''

pastaneye uğradım habib'in yanına. maçı izliyorlardı, dün iki maçtan gitmişti kuponları. ''saatleri değişelim, gör bak gol olur bee!'' dedi habib. saati verdim kendisine, kayışını bağladım bileğine göre. habib'in saatini aldım. bir kurabiye attım ağzıma ''hadi eyvallah.'' dedim. ''kalsaydın, izlerdik maçı hem akşam içeriz.'' dedi. ''sonra... şimdi yetişmem gereken yer var. hadi gittim ben.'' ''adım dilaver, çok güzelsiniz. evet, sarhoşum. ama sabaha da güzel olacaksınız, şimdikinden fazla belki de.'' 

nereye yürüdüğümü çıkaramadım önce, adliyenin oralarda olmalıydım. belki de çarşıda. ikisi çok ters yerlerdeydi. ama bunların hepsi sadece koşullanmış yön duygularıydı. yani bir kavram yahut kelimeydi. ''adım dilaver, ama bunlar sadece birer kelime. bir kelime olmaktan öteye gidebilen tek şey, adınız.''

aklımda bir dünya gibi dönüp duran şeyler vardı. normal yaşantıma dönünce de her şeyin içine karışabilen türden şeyler. bir şeyler iyiye gidiyordu. hep bir şeyler gider. bir şeyler iyiye gidiyordu ve ben iyinin tam anlamıyla zıttıyım. yani bir şeyler iyiye gitse bile benden uzağa gidiyordu. '' adım dilaver, altı aylık doğmuşum, buğdaylar sararınca. babam muhtardı. sırtından iki kurşunla vurdular. bana bir defter ve iki çeyrek altın bıraktı. toprak bıraktı, toprağı ne yapayım ben. sattım buraya geldim, yanınıza. adım dilaver...''

çarşıya gelmişim, demek ki az ilerisi liman. soğuk kırılmış, hava az kararmaya başlamıştı. birbirine beylik tarslayanlar kavga çıkarmıştı. limana doğru yürüdüm, keskin balık kokusu, deniz kokusu, yosun kokusu. bir sigara içtim, yarımşardan iki tane. değişmemişti hiçbir şey, kaç yıldır gelmedim buraya. şaşırmadım zaten. insan odasını bile değiştiremiyor. mehmet'i buldum. yaşıtım, azarladı beni gelmiyorum diye, vefasızmışım. güldüm hafiften, dedim ''önemli bir şey var.''. ciddi bir poz kesti. ''hayırdır...'' dedi. ''ayakkabıların lazım bana, al benimkileri. geri getiririm hemen söz.'' dedim. güldü kendi, alışmıştı zamanında benim garip hareketlerime. verdi ayakkabıları, aldı benimkileri. tahtanın üstünde ellerimi iki yana açıp bir cambaz gibi yürüdüm. arkamdan bakakaldı mehmet, çok zaman geçmişti görüşmeyeli gözlerimizin içine işlemiş hüzün, yalnızlık duygusu. birbirimizi bir biz anlardık. hayat işte, ayran da içmedik ama ayrı düştük. o selamet ben sola. ''adım dilaver, konuşmanıza gerek yok susunuz lütfen. anlaşabiliriz kuşkunuz olmasın.''

şimdi üstümde tanıdığım herkesin ağırlığı var. ayakkabı, ceket, saat. şuradaki bakkaldan aldığım sigara. insanlar bir çok yönden bardağa benziyor. kırılınca olur olmadık yerde bir sızı geliyor, su sızdırmaya başlıyor, ağlıyor durup dururken. ''adım dilaver, dilaver sanırım. ben öyle seçtim. ne zaman mı, az önce, buraya bir yıl önce geldim. hadi dışarı gidelim. başka yerlere.''

ölüm desem değil, böylesine yaşamak desem. hep yürüdüm. çok yürüdüm ama hiçbir yere varamadım. su verilmemiş fidanlar gibiyim, her an ölmeye hazır. ''adım dilaver, ben öyle istedim. sizi de istiyorum''

keşke istediğim şeyleri aklımdan silebilsem, çıkartabilsem. bu dünyaya kırgınım, ve hep böylesine kırgın kalacağım. seni yeniden ilk defa görebilmek, ilk sigaramı içebilmek, ölümü öğrendiğim ilk günü. ve en çok da düşüşü, boşluğu, bu yalnız güvensizliği. tekrar yürümeyi öğrenmek isterdim, sanırım iyi öğrenemedim hiç ya da iyi öğretemediler. o kadar yürüdüm başladığım yerden uzaklaşamamış, bir adım bile ilerleyememişim. 

aslına bakarsam hayatımda iyi hiçbir şey olmadı şimdiye kadar. ya ben kötü şeylere iyi tarafından baktım ya da ne kadar derine düştüğümün farkına vardım. ''adım dilaver, sanırım siz iyisiniz. olurumuz yok demek ki.''

sonunda dolmuş bulup küçük liman yürüyüşümü, başka bir deyişle liman ve deniz arasındaki git-gelimi, bitirmiş oldum. dolmuşa bindim yine, aynı adam. aynı soğuk selamlaşma. aynı yere oturdum. deniz, bol yeşillik, bulutlar, toprak... her şeye rağmen güzeldi. bir şey her şeye rağmen güzel olabilir miydi? '' merhaba, ben dilaver. her şeye rağmen nasıl güzel kalabildiniz?'' ''merhaba, benimle tanışmak ister misiniz?'' ''seni beğendim, her şeye rağmen güzelsin, arabam da güzel gidelim mi?''

ve bu kıyısına kadar geldiğim. hangi denizin kıyısı, hangi uçurumun. düşünmedim, bir kitap aldım. yavaş hareketlerle iç cebimdeki sigara paketinin yanına yerleştirdim. ''adım dilaver, az önce doğdum, bu dünyada ilk günüm. ömrümün sonuna kadar yanında kalamam ama ömrünün sonuna kadar yanında olacağım. korka, baş ucundaki bir kitap, dışarıyı izlediğin bir pencere, duvardaki bir fotoğraf gibi eskiyeceğiz birlikte.'' 

sonunda kaldığım muhite doğru gelmiştim. yorgundum, sanki bin yıldır girmediğim evim, ama yine de anahtarları elimde sıkı sıkı tutuyorum. son seksen adım. bir araba hızlıca gitti, sonra diğeri. kaldırımda bir ben, bir de dağ gibi bir adam yürüyorduk, önümde, altmış adım ilerimde. diğer araba, sağdan giden yavaş yavaş. bir korna çaldı, dağ adam korkmuş gibi adımlarını hızlandırdı hemen, kaçar gibiydi. geride bırakamayacağı bir şeyden kaçmaya çalıştığının farkındaydı. farkındaydım. araba hızlandı, dağ adam koştu, aramızdaki fark yüzelli adım. biri çıkardı kolunu, elinde silahı. vurdu, iki el. kuşlar bir hışım uçuştu. kahvenin önünde uyuyan köpek huysuzca havlamaya başladı. evime son oniki adım, kasap koştu dağ adamın yanına, lütfü abi koştu. çığlık koptu dönemecin orda. arabadaki adam beni gördü, kolu yön değiştirdi, silah bir anda bana dönmüştü. son duammış gibi, '' adım dilaver, hiç kimse dinlemezken, hiç beklenmedik bir zamanda çalınmış dünyanın en güzel şarkısını dinlemişim ve sonra kafamı duvara vurup unutmuşum gibi. neyi duysam biraz sizi hatırlatıyor. hiçbiri siz değilsiniz ama hepsi biraz sizi andırıyor. tanıştık işte, beni biliyorsunuz artık. en çok sizi, sonra kağıt oynamayı severim."

silah ateş aldı, bir buçuk saniye sonra bir sıcaklık hissettim. şuramda, göğüs kafesimin biraz solunda, evime son iki adım kala. ''bu acıyla çok önceden beri tanışıyoruz.'' 

''adım dilaver, çok önceden beri tanışıyoruz seninle. bu yolları birlikte yürüdük hep, ama senin bundan haberin yok. adını biliyorum, adımdan önceden beri. çok önceden beri.''

yavaş yavaş bütün vücuduma dağıldı bu sıcaklık, kollarım ağırlaştı önce. bir insan parça parça ölüyordu demek ki, kolları, sonra ayakları, gözleri. benim kalbim ağırlaşmadı, zaten ağırdı, çöküktü, çok önceden ölmüşüm ben. bu acıyla tanıştığımdan beriden.

izlenimler, madde 0: nasıl unuttum adımı.

''adım dilaver, ama bunu biliyorsun zaten. ben kendim bizzat seçtim. güzel mi? daha önce adıma ihtiyacım yoktu, sen vardın, senin adın. adınla sesleniyorlardı bana. kalabalık oluyordum, sokaklara sığamıyordum.''

çok zaman geçti unutmuşsundur belki. ben seni tanıdıktan sonra kendimi hep sana göre yetiştirdim. zamanında yeşermez diyip şu saksıya ektiğin çiçekler büyüyüp kök saldı içime. şimdilerde saksıya sığmıyor. bu sevgi, ellerimden ayaklarımdan taşıp kalabalığa karışıyor. adım dilaver, doğmadan önce seviyordum. doğdum yine seviyorum, her şeye rağmen.