Başlasın cadı avı, yükümü biliyorum ben. Yok içimde biraz
bile kaygı, caddeden aşağı koşuyorum delice.
Güneş ışırken sarsılan dağların ardından: Kabul et beni
ey verimsiz, kahverengi kızıllığında toprak! Gidecek yerim yok, yaşayacak
yazgım yok inanmadan. Ve son isteğim gelmeyecekse yerine kuşlar
ekeceğim toprağına göçmek için, yakacağım veya büsbütün
gündoğumlarını.
Çarpışmaktan kılıçlar yoruldu, ve dönerek düşen çimen
yapraklarında, yabancı bir ışık var geceden korkutucu. Bir mesaj
bu senden bana: "Bana inan, bana tap. Bu zehri al, bu zehri tat. Yaşamak
diyecekler, aklından at. Can sıkıntısından başka bir şey değil o, veya bir
buhran ancak!"
Ninni diyeyim adına, uyutacağım o zaman yüzleri, bataklığa
saplanmış yerine varmayan mektupları uyutacağım. İzlerin var fakat
neredesin, dünyanın diğer ucunda onbir ay zaman geçirdin görmeyeli.
Bir ağacın gölgesinde serinledin, dindirdin içindeki hırçın simsarı belki.
Yürüdüm, buraya getirdi beni yazgım. Ondan diyorum yaşayacak yazgım yok,
göçmekten başka dünyadan. Dokunmuyor artık ruhuma bir göz, bir bakış. Görmüyor
artık gözlerim. Ve biliyorum yan pencereden bakınca her şey daha güzel, benim
yaşamım bile daha az ürkünç aynalarla kaplayınca etrafını. Buradaki insanlardan
farklı dilim, bu dilin karşılığı yok budamadan hiçbir düşünceyi. Anlatmıyorum o
sebeple, söyleyemiyorum kesmeden kafamın içindeki ormanı, ya da kırmadan
dalları. Yazıyorum bu dizeleri fakat eksik, her seferinde biraz daha buruk bir
ezgiye dönüşüyor sesi yazarken kalemin. Ama yine de toplayıncaya bütün
parçaları, bir tam etmiyor dahası, eksiklik büyüyor, büyüyor...
Yırtarcasına tuttuğum fikirleri, sakince işliyorum. Burası
binaların homurtularından öte değil. Burası kalkamayacak altından gürültülerin.
Burası, hırıltıları sarhoş budalanın. Yine de, bunca gürültüye rağmen, inat et,
fısılda gecenin giriş kapısına. Anlat bütün bildiğini:
zamandı:
eskiyen,
yabancılaşan
nefretin
saklı bahçeleri
arasından
gözlerimin
seçtiği
düşman:
z a m a n d ı
beni uykumd
an uyandıran.