4 Mart 2019 Pazartesi

özedönüş.

Sondu. Kendimi buyur ettiğim son kale, vücudumun ve zihnimin derininde. Buyurgan sözlerimle -ya da eskimiş her şeyin yanına- yerleştiğim, eskimiş yaşam. Benim olmayanın yüküne, dokunduğum toz zerrelerine verdiğim isim, aralıklarla yakarışımdı: baştan yazdıklarım; ağzı kapalı, konuşmayı bilmeyen. Hissettiklerim ancak bir kurtlanan ağaç gövdelerince anlaşılırdı. Ama yine de gelecektim kaş çattığım yerlere, biliyordum. Kopmak, yalnızca bağlanılırsa mümkündü. Ondan yaşama değil bu övgü, çünkü zaten içimde olanın gömüsü, yaşam: ölümün. Ve böyleydi ilk fark edişim, fırlatıp bir kenara attığım yarım okunmuş kitaplar gibi: hayat sayfalarım. Yalnızlığa varışım, salt benliğimin: ipteki dansı kendisiyle. Ve böyleydi düşüşüm bitirebilmek için dansı. Geçebilmem için düşmeliydi ben-karşıdaki, yaşamdaki. Bu yüzden kırabilmeliydim kendimi, ulaşabilmek için özüme, kendime varabilmenin tek yolunda. Adanmış ruhların, ilk yanılgısıyım. Sandıktan çıkardığım sesim, içimde yalnızca yankılanıyor. Duyabildiğim tek şey, kısık düşüncelerin içinde harlı bir ateşle yanan kaçmak fikri. Yerin üstündeyim, Rendelenen her dokunuşta, kırılan her rüzgarla, ve düşen toprağa: ben. Göğün altında, kör gözlerle ağlamalı: bu tiz sesler sadece bir kırbacın; atın şakaklarında parlayan. Ve düşüncesizlik: savruluşu her defasında omuzdan yukarı.
Kaçmak: yer altına. Sonsuzluğa erişebilmenin altın anahtarı. Kulaklarınızı tırmalasın sözlerim, kaldırın kalkanlarınızı: Suyun üzerindeki yalnızca yüzlerin yansıması, değil ruhların. Gözlerin hiddetinden kaçının, ellerinkinden daha koyudur onlar!