saldırı altındayız, sigara içiyorum. iki gün önce bukowski bayramımı kutladı, flaubert ve nietzsche ile birlikte bira içtik. charles cuma namazına gitmek istedi, duyduk ki imamla kavga etmiş. gitmeden bana sarılıp ağladı.
benim adım servet, efrah adında bir kadına aşık oldum yıllar önce. küba devrimini ben planladım, bir kişiyi vurdum. dünyanın dörtte üçünün suyla kaplı olmasının sebebiyim, dünya ağlama gününün de fikir babasıyım. biz ağladıkça su toprağa karışacak ve oradan gökyüzüne çıkıp, bir daha yere inip yine bizim tarafımızdan içilecek. gördüğünüz gibi su döngüsünün de yaratıcısıyım. stefan zweig'in aklına intihar fikrini yerleştirdim, bir barda otururken ikinci tekilada. sahnede sefilleri oynayıp zengin olanlar tanıdım. bir sabah kafka'yı böceğe dönüştürdüm. ben servet, genç werther'in acısıyım.
dediğim gibi saldırı altındayız. binlerce kurşun kulağımın önünden, arkasından, sağından, solundan arı gibi vızıldayarak geçiyor. ben, ahmet ve john watson birlikte oturmuş beş çayını içiyoruz. mistır watson ingiliz, geleneklerine bağımlı biri. aksine ben geleneklerin hepsini ayak bağı olarak görüyorum. geçmişe bir zincir gibi, her harekete ve düşünceye şekil veremeye çalışan bir rendeleme kabı. insanın hayatında sadece göreneklere yer olmalı, yani görerek öğrenebiliriz sadece okuyarak fikir edinebiliriz. felsefe yapmayacağım, felsefe yapabilmek için düşünmek için zamanımın olması gerekiyor, aynı zamanda para derdimin de olmaması. bu iki sebepten ötürü felsefe yapamıyorum, ne aristo gibi ege denizinde üzüm bağlarım var ne de heredot gibi çok zamanım var. bu yüzden hatırladığım birkaç şeyi yazıp -nasıl öldüğümü yazıp- gitmeliyim. evet yanlış duymadın, öldükten sonra yazdım bunları. bunun için tanrıyla büyük pazarlıklara tutuşmam gerekti ve en sonunda cebrail bu yazıyı, bir kütüphanedeki dostoyevski'nin yeraltından notlar kitabının sayfaları arasına sıkıştırdı. çünkü ölümüm tamamen rastlantısal ihtimaller üzerinden olup, karmaşık ölümler listesinin ilk sırasında bir gordion düğümü gibi duruyordu, ben sizi aydınlatmaya geldim.
bundan altı gün önce telefonuma şifreli bir mesaj aldım. tanıdığım kriptograf'a götürdüm, ''abi, akşam gel. ben bunu çözmüş olurum.'' dedi. akşam gittim çözememiş oturmuş sigara içerken buldum adamı. telefonu geri aldım, eve geldim. basit duruyordu, bir iki kombinasyon denedim fakat işe yaramadı. bir mesaj daha geldi o anda. ''yarın saat 4.'' yazıyordu. ilk mesajın neden şifreli olduğun ve ikincisinin neden şifresiz olduğunu düşünmeye başladım. demek ki ilk mesajı çözmek için yarın saat dörde kadar zamanım vardı. ilk mesaj şuydu, '' 35, 31, 33, 41, 15, 14, 15, 310, 41, 23, 41 ''.
saat akşamın yedisine geliyordu. başımda ve pectoralis major kasıma ağrı giriyordu. karınca kadar ilerleyememiştim bu bulmacayı çözme işleminde. autokey metodu ve asimetrik şifrelemeyi dört saatte öğrendim, birkaç yöntemi daha ezberledim. kendi kendime şifre yapıp kırmayı denedim, belli yere kadar başarılı oluyordum. ara verip dört sigara içtim, bir bardak da viski. başımın ağrısını almıştı bu ikisi, tekrar masama geçmiş önümdeki sayılara bakıyordum. önüme bir tükçe alfabe koydum. A, B, C, Ç, D, E, F... yanına da şifreli mesajı koydum. ellerimi çenemin altında birleştirip her ikisini dikkatle incelemeye başladım. saat gece bir olmuştu. son umut john watson'la ahmet'i aradım. ingiltere'den uçakla üç saatte istanbul'a oradanda 45 dakikada yanımıza gelmişti. saat sabah dört52, biz üç kişi oturmuş birkaç sayının anlamını arıyorduk. john bu işte iyiydi, ömrü puzzle ve polisiye kitaplarla geçmişti. bulmacalarda master sayılırdı. iki saat 44 dakika daha çalışıp hiçbir sonuca varamadık. en son işi matematiğe geometriye dökmeye karar verdik. mesela dörtgen, dört çizgiden oluşan konveks şekildi. bunun alfabeye yansıması, A harfi üç çizgiden oluşuyor. o zaman üç rakamı çizgiyi ifade ediyor olabilirdi. böylelikle başlamış olduk. yirmi dokuz harfi kaç el hareketine dayandığına göre gruplayıp numaralandırdık. dört grup oluştu zaten. ikinci sayılarda belli ediyordu kendini artık, o gruptaki sıraydı. buradan şifre ''kafe sosyete.'' çıkıyordu. saat onüç21, artık şifreyi çözmüştük ama neydi ve neden gitmemiz gerekiyordu. neyin peşindeydi bu gizli kriptograf mesajcılar. bunu düşünmeyedururken john ve ahmet bir şişe rom açıp zaferimizi, kilidi kırışımızı, kutlamaya başlamıştı.
saat onbeş44. ben, john ve ahmet kafe sosyete'de. john'un sırtında hafif şişkinlik yapan SIG Sauer P226 tabancası vardı. ahmet'in elinde bir bardak kahve, bense öylece oturuyordum. saat tam onaltı'da kapı açıldı, daha önceden gördüğümü hatırladığım iki takım elbiseli adam ellerinde bir tabloyla içeri girdiler, john hemen sırtına götürdü elini. bu ikiz mr. smithler etrafı kolaçan edip boş bir masaya oturdu. şimdi hatırlamıştım, evet bunlar ikiz mr. smithlerdi, replika bir tabloyu beşyüzbin liraya sattığım ve sonradan sırılsıklam aşık olduğum kadının korumaları. john biraz huysuzlanmaya başlamıştı habire saatine bakıp duruyordu, ahmet kahvesini bitirmiş etrafı izliyordu. birden keskin bir fren sesi geldi, 1970 model üstü açık bir mercedes kafenin ön duvarını yıkmıştı. içinden birbirinin aynısı onlarca adam çıkıp etrafa ateş etti. kendimi matrix filminde neo'nun yüzlerce ajan smithle kavgasındaki bir durumda buldum. ajan smithler ateş ediyor, ajan smithlere mr. smithler karşılık vermeye çalışıyordu. ben masanın altına eğilmek için sandalyeyi geriye doğru iterken masadaki kitap elimi kesti. mr. smithlerin beynine yedikleri iki kurşun onları iki seksen yere sermeye yetti. john elinde silahıyla yere çökmüş, ahmet hayat üçgeni pozisyonuna girmişti bile, uzun bir sessizlik oldu. watson ayağa kalkarken kafasını masaya vurdu, bir anda silahı ateş aldı. ajanlardan birini vurdu, ajanlar ateşin nereden geldiğini anlayamadı birbirlerine dönmeye başladılar. dört smith diğer dört smith'i vurdu. bir mermi ahmet'in kulağını sıyırdı, ahmet artık van gogh'tu. mr. simthlerin getirdiği duvar büyük tablo john watson'un üstüne düştü, böylece kamufle olmuştu bile. son kalan ajan smith bana silahını doğrultmuştu. ben kaçmak için sola doğru atlarken binanın tepesindeki keskin nişancıyı gördüm. önce dışarıdan dragunov model tüfeğin sesi geldi. ajan smith arkasını döndüğünde bu fırsattan yararlanıp john ajanı vurdu. keskin nişancı kendi kafasını uçurmuştu. ortam durulmuştu. üstümüzde kurşun deliği olup olmadığına baktık, sonrasında hızlı adımlarla mercedes'e binip oradan uzaklaştık. yolda fark ettik, üstüm başım kan gölüydü, kendi kanım. çok kan kaybetmiştim ve bilincimi yitiriyordum. insan vücudundaki kanın yüzde yirmisini kaybederse ölür. içerdeki çatışma yirmidört dakika sürmüştü, eğer çatışma başında yaralandıysam dakikada bir litre kan kaybetsem şimdiye kadar ölmüş olmam gerekirdi. fakat öyle değildi, ölüyordum ama kimse sebebini saptayamıyordu. bundan yetmişaltı dakika sonra hastane kapısından içeri girerken öldüm. doktorlar bileğimdeki kağıt kesiğinin buna sebep olduğunu düşündü ama böylece burnumdan gelen kanı açıklayamaz oldular. buradan bütün tıp dünyasına ve insanlığa sesleniyorum; subklinik hiperadrenoidi adında bir hastalığım var. yeryüzünde bir tek bende görülüyor. fazla adrenalin altında vücudum kan dolaşımını yavaşlatıyor, eğer adrenalin yüklemesi devam ederse durduruyor. adrenalin bende diğer insanlara göre ters etki yapıyor.
meselâ eskiden lise yıllarımda, aşık olduğum kadına efrah'ya bakarken bütün dünyanın yavaşlaması, saniyeleri bin yıl gibi hissedebilmem, havadaki toz zerreciklerini bile görebilmem ve o birkaç saniyede efrah'nın saçlarını geriye atışını bütün ayrıntılarıyla ezberleyebilmem bu yüzdenmiş. yaşasın yeryüzündeki bütün subklinik hiperadrenoidi'ler!
meselâ eskiden lise yıllarımda, aşık olduğum kadına efrah'ya bakarken bütün dünyanın yavaşlaması, saniyeleri bin yıl gibi hissedebilmem, havadaki toz zerreciklerini bile görebilmem ve o birkaç saniyede efrah'nın saçlarını geriye atışını bütün ayrıntılarıyla ezberleyebilmem bu yüzdenmiş. yaşasın yeryüzündeki bütün subklinik hiperadrenoidi'ler!
benim adım servet, ölümü keşfettim ve kendi ölümümü yazdım. ağaç dikip toprağa can verdim. pokerde hep kaybettim. yirmibirinci yüzyılın monte kristo kontuyum. sofia capolla'nın asimetrik yüzüyüm, tony iommi'nin kesik parmaklarıyım. çok şiir yazdım, tolstoya okumayı öğrettim. notre-dame'in kamburuyum, yedi günahı ben yazdım, dante'ye bir mektupla yolladım. yedisini de altı dakikada işledim. papa suikastini ben planladım, silahım yoktu kendimi bir çamaşır ipiyle astım. bon demain! guten tag! dobré odpoledne! buonanotte! kendini hangi zamana ve hangi dile ait hissediyorsan artık.
