kapı hafifçe üç defa çaldı. kapı, kırık üst menteşesinden içeriye doğru boğuk bir gıcırtıyla açıldı, arkasındaki pencereye çarpıp durdu. içeriye iki kişi girdi. içerisi öğlen olmasına rağmen karanlıktı. gözlerinin karanlığa alışmasını beklediler, gözlüklerini çıkardılar. takım elbiseli iki kişi; birinin kel olduğu bariz anlaşılıyordu diğeri ise elvis presley'i andırıyordu. karanlığın arasından biri,
''buyrun?'' dedi. kel ve elvis biraz ürktüler ve bunu gizlemeye çalıştılar.
''karanfil bağışlama vakfı burası mı?'' diye karanlığa doğru bağırdı elvis. bir kaç eşya devrildi içeride, adımların sesleri git gide yakınlaştı.
''evet. ben temizlikçi, danışman, bakıcı, ve vakıf görevlisi Wine. kime bakmıştınız?'' dedi orta yaşlı, bira göbekli, ve bir psikoposu andıran adam. Şaşkınlıkla duran elvis ve kel için,
''kime bakmıştınız?'' diye yineledi sorusunu.
''şey biz karanfil bağışlama vakfına katılmak istiyoruz.'' dediler yine kısık çekingen bir sesle. bu defa Wine şaşıran taraf oldu. yirmibirinci yüzyılda karanfilleri düşünen iki kişi... şaşırmamak olanaksızdı.
''pekala.'' dedi Wine, ''öncelikle bu vakıf ne yapıyor, işlevi ne biliyor musunuz?'' diye sordu. başını iki yana doğru salladı her ikiside. Wine, kendinden emin, bilge ve birazdan çok büyük bir bilgi bombardımanı yapacakmış edasıyla koltuğa oturdu. başıyla oturmaları için elvis ve kele işaret etti. onlarda oturdular. hafif öksürdü, sesini düzeltti.
''karanfil bağışlama vakfı... kuruluşu hititlere dayanan bir vakıf. tabii ki eskiden adı böyle değildi, belli zamanlarda isim değiştirerek günümüze kadar geldi. ilk kurucusunun duvara ''tanrım, bir çiçeğe bakmak için bana yavaşlamayı öğret.'' yazan Hittu olduğu düşünülüyor. ilk çağda insanlara birbirlerine çiçek verme alışkanlığı kazandırmak için 7 Haziran gününü dünya çiçek verme günü olarak belirlemiş bu vakıf. orta çağda ise bu icraatın dışında, insanlara doğum günlerinde ve yirmiyedi eylülde yani yılda iki defa çiçek yollamaya başlamış. böylece insanların evinde her zaman taze çiçekler oluyordu. kadınlar mutlu, erkeklerde özel günleri unutma korkusundan sıyrılmış oluyorlardı. bu icraatlardan beş yıl sonra bu tarihlere otuzbir ağustosu da eklemişler. fakat otuzbir ağustos günü sadece karanfil dağıtılmış dünyaya. sadece karanfiller..." sert bir şekilde öksürdü, "bana bir bardak su getirebilir misiniz? boğazımda bir yangın var.'' dedi Wine, bir eliyle boğazını gösteriyor diğer eliyle suyun nerede olduğunu işaret ediyordu. elvis hemen kalktı kravatını düzeltti, bir bardak alıp su doldurdu. su kireçliydi, bembeyaz bardağı Wine'a götürdü. Wine hemen fondipledi bardağı. çok önemli bir şeyin ortasında durmuş gibi devam etti,
''evet nerde kalmıştık. ha-haah, hatırladım. beş yıl sonra diyordum. beş yıl sonra otuzbir ağustosta karanfil dağıtmaya başladık. ta ki, vakıf başkanımız İron'ın ortadan kaybolmasına kadar.''
''kaybolmak mı, hiçbir iz bulunamadı mı? yani hayalet casper gibi uçup gitti mi sizce?''
''hayır, bırakın da devam edeyim. bitirince sorularınızı alırım.'' dedi Wine, güçlü bir o kadar da sakin bir sesle, babacan bir tavırla ellerini göbeğinin üstünde kavuşturdu. elvis ve kel arkasına yaslandı.
''vakıf başkanımız İron... sessiz, her daim jilet gibi giyinen, haftada iki kere içme alışkanlığı olan bıyıklı biriydi. biz her yıl dağıtıma çıktığımızda kendisi bizden ayrı bir kadının yanına, çiçek bırakmaya giderdi. bunu kaybolmadan üç yıl önce onu takip ettiğimde öğrenmiştim. aynı kadının yanına yılda üç kere gidip üç kere şiir okurdu. hiçbir şey olmamış gibi evine geri döner, ışığı yakar, az kaliteli sigarasını içer ve uyumadan önce yine küllüğünü boşaltırdı. kaybolmadan önce bütün alışkanlıklarını bozup o kadının yanına gitti. ismini öğrenemediğim için ''o kadın.'' demek zorundayım. her neyse, o kadının yanına gitti, uzunca bir mektup okudu, kaliteli bir sigara içti ve küllüğü boşaltmadı, ışığı kapatmadı. bir sabah arkasında bir mektup bırakarak yok oldu. bu mektubu bilerek mi bıraktı yoksa unuttu mu bilmiyoruz.'' dedi ve sustu Wine.
İron'u son gördüğü yeri düşündü, okuduğu son mektubu, vakıfa son gelişini, üzgün üzgün son yürüyüşünü... uzunca bir sessizlik oldu ve iki takım elbiseli oturma şeklini bile bozmadan bütün dikkatiyle hâlâ Wine'a bakıyorlardı. elvis bir ara saçını düzeltti, Wine yine bir bardak su istedi. bu defa kel ayağa kalktı, ayağı uyuşmuştu. biraz ovaladı yürümeye devam etti. bu defa bardağı yavaş yavaş yarısına kadar içti Wine. geri kalanını penceredeki begonyalara döktü. sonra ayağa kalktı, dikdörtgen şekilli ceviz rengi ahşap, dört çekmeceli komodinin ikinci çekmecesinden bir tomar kağıt çıkardı. eski bir iple artı şeklinde bağlanmıştı. çözdü ve içlerinden İron'un mektubunu aldı. yine öksürdü, sesini düzeltti.
''öncelikle söylemeliyim, sadece belli bölümünü okuyabilirim. mahremiyete de dikkat etmem gerekir fakat eğer bu vakıfa katılacaksanız bilmeniz gerekenleri benden değil direk başkanımızdan öğrenmeniz daha iyi olur diye düşündüğüm için okuyorum. unutmayın, bir şeyleri değiştirmeye kendinizden başlamalısınız.'' dörde katlanmış kağıdı bilge bir tavırla açtı, gözlüğünü burnunun üstüne getirdi ve şunları okudu,
'' bana bir anda elektrikler kesilmiş gibi hissettirdin. sırtını döndün ve benim gecem başladı. şimdiden geçmiş zamanlar gözümde canlanıyor. sabah, öğlen veya akşam... yemek yerken burnum ve çatalımın arasında bu bankı görüyorum, kitap okurken sayfadaki harfler bir anda birleşip adını oluşturuyor. anıları düşündükçe beynimin içinde çok tozlu bir halıyı çırpmaya başlıyorlar ve ben durmadan öksürüyorum. zamanında yapamadığım her şeyin bedelini zamansız aklıma gelişlerinle ödüyorum. kabul ediyorum; tavan yıkılmadı, bu duvar üstüme devrilmedi. rayından çıkan şeyler bana çarpmadı, omzuma çarpıp geçip gidenler oldu. balkon demirliklerine yaslanıp oturdum. bugün kaliteli bir sigara içiyorum, küllüğü boşaltmadım. parlak ışıklı binaların arasında bir yıldız gibi, bir kibrit çöpü kadar soluk kaldım. yolunda giden ne varsa gitti. kalkıp bir karanfili dalından kopardım. yaşlı biri gelip,
''öldürdün onu, neden! neden dalından kopardın, canını aldın?'' diye azarladı hemen beni.
''hayır, onu karanfil olmaktan kurtardım.'' dedim. bu ikisinin arasındaki farkı anlatamadım ömrüm boyuca. şimdi sana anlatıyorum, anlar mısın beni? yardım et bana, sustuklarımı da anla!
yolunda giden ne varsa gitti. evet, bir karanfili karanfil olmaktan kurtardım. ve biliyor musun? bu karanfili sana getirsem, eminim solmaz ellerine değince. amazon ormanlarında yaşıyormuş gibi hızlıca büyür. çünkü bana göre en verimli toprak senin ellerinde. ''
elvis ve kel, bu kısa kesitten etkilenmiş gibiydiler fakat aynı zamanda ne anlamaları gerektiğini de bilmiyorlarmış gibi Wine'a bakıyorlardı. Wine önce mektubu diğer kağıt tomarının arasına koyup iple tekrar bağladı. sonra komodinin ikinci çekmesine bir daha yerleştirdi. yorgun ama hızlı adımlarla koltuğa geri döndü. bu iki takım elbiselinin hiç konuşmadan bir saattir kendisini dinlemesini bir abraham lincoln edasıyla karşılıyordu. ama başının üstünde silindir şapkası eksikti.
''evet. İron yıllar boyunca üçyüzaltmışbeşgünaltısaatte sadece üç kere gördüğü birine aşıktı. ve koşulsuz, sebepsiz, hesapsız seviyordu. çiçekleri kendi eliyle seçmesi, karanfilin dağıtılması, ve yalnız gidişleri hep bu sebepleydi. her gittiğinde açık kalp ameliyatı olduğunu biz çok sonra öğrendik. şimdi size soruyorum, siz ikiniz, aşık olduğunuz kadına kaç kere çiçek verdiniz?''
elvis parmaklarıyla üçü gösterdi. kel ise heyecanla ''ondokuz!!'' dedi. Wine hafifçe gülümsedi kel'e.
''peki kaçını siz yetiştirdiniz, kendiniz büyüttünüz?''
bu defa kel sustu, sadece işten eve gelirken satın almakla yetiniyordu, az şey değildi bu da. elvis yine üçü gösterdi eliyle.
''işte.'' dedi Wine. ''İron bağışladığı bütün çiçekleri kendisi yetiştirirdi, çünkü her çiçeğin yetiştirilirken sahibinden bir parça sevgi aldığına inanırdı ve bunun çiçeği verdiği kişiye geçeceğini düşünürdü. bu vakfın kurulma sebebi bu Hittu değildi aslında, insanın yüreğindeki sevgiyi, başkasına gösterme isteğiydi. çünkü insanlar sevdiği kadar sevgi görmek ister. ama her zaman olmaz, yani bunun bir ölçü birimi yok, birini severken karşındaki insanın da seni sevmesi gibi bir şart yok. İron bunu biliyordu, fakat öyle hayalleri vardı ki, inançları, gelecek planları, güzel günlere olan bakışı sadece yılda üç kere gördüğü bir kadından geçiyordu. sevdiği kadar sevilmedi İron, ve bunu kabullenemedi. sonunda yok oldu. siz, ikiniz, bunlara hazır mısınız?''
''bunların çiçeklerle alakası ne?'' dedi elvis ve kel aynı ağızdan. karanfil bağışlamaktan buraya nasıl gelmişlerdi. ikisi kapıdan içeri girdiği şaşkınlıkla birbirlerine ve Wine'a bakıyorlardı. bir cevap istiyorlardı ve bunu ancak Wine verebilirdi. Wine çok yavaş hareket ediyordu. kapıya yöneldi önce, sonra yerine oturdu, boynunu hareket ettirdi sonra bir bardak su almaya kendisi gitti. bardaktaki suyu içmedi, kapının önündeki saksıdaki çam ağaçlarına döktü. geri geldi ve yerine oturdu. bir hakimin son kararı açıklayışındaki ses tonuna yakın bir ses tonuyla,
''öncelikle bağışlamak kelimesinin sözlük anlamından başlayalım; bağışlamak, kendinin olan bir malı ya da hakkı, yardım olsun diye ya da iyilik etmiş olmak için bir başkasına karşılıksız olarak vermek demektir. bu vakıfın ismindeki karanfil kelimesine gelirsek, bir imgedir. İron'un sevgisini karanfillerle ifade etmesine ithafen verilmiş bir imge. anlayacağınız, herkes birine çiçek verebilir, bağışlayabilir. peki ya siz, birine sevginizi bağışlamaya hazır mısınız?'' dedi yüksek bir sesle orta yaşlı, bira göbekli, psikoposu andıran Wine.
iki takım elbiseli bu defa ne diyeceklerini bilmiyorlardı. oturdular, uzunca bir süre oturdular. bir ömür kadar zaman geçti. elvis ben hazırım gibi bir işaret yaptı eliyle. kel ise kapıya yöneldi, yok olmaktan korkmuştu. Wine'a baktı sonra da elvis'e. yarın sabah yine işine gidecekti, akşam karısına çiçek verecekti. fakat hiçbir zaman sevgisini vermeyecekti çünkü yirmibirinci yüzyılda insanlar bencildi ve çok bencildi.
elvis ise yirmibirinciyüzyıl insanı değildi. 1935'te doğmuştu.